7 Eylül 2022 Çarşamba

Yağcıoğlu Ahmet Efenin Ağıtı
Üç günden beri ahırda hapis kalan kır atı çekti. Üzerine sağrısını renkli püskülleri ile örten işlemeli Osmanlı eyerini vurdu. Ufak namlulu kakma sedefle kaplı martinini terkisine soktu, kapının önündeki binek taşına kır atı çekti ve bir sıçrayışta binmesiyle mahmuzlaması bir oldu.
Bir hamlede Erzurum Mahallesini geçti. Maşatlığın altından güneşin battığı tarafa giden tozlu yola çıkıverdi.
Kır at, bu yolları çok iyi bilirdi
Bu yollardan bu, kaçıncı geçişiydi
Yelesini silkti, başını sağa, sola bir iki defa kaldırdı ve rahvan bir yürüyüşle Akköprüyü bir hamlede alıverdi.
Artık Ankara çoktan arkada kalmış, güneş, son ve ölgün ışıklarıyla Ankara Kalesini koyu bir kızıllıkla tutuştururken, uzaktaki sıra mor dağların ardına gömülüp gidiyordu.
Bu yol Beypazarının Karaşar Nahiyesine uzanırdı. Ama bu sefer ki yolculuk o tarafa değildi. Bu tozlu, ıssız yolun hemen sağında ağaçlar arasında daha ziyade zenginlerin ve ağaların konakladığı küçük iki katlı hanımsı şirin kulube vardı. Yukarıda bir odası, aşağıda da küçük iki odası, arkada bir ahır ve salonda bir peyke ile kavak dallarından yapılmış basit bir masası vardı. Bu küçük misafir haneyi, yaşlı, uzun kır saçlı, yılların kırıştırdığı yüzü, daima gülen Baba Oğuz işletirdi.
Kırk küsür yıldan beri bu küçük hanı işleten Boğuz ağaların sevgilisi olmuş, adeta Türkleşmişti.
Kır at, hanın önüne gelince her zamanki gibi uzun uzun kişnedi. Boğuz sesi tanımıştı. Birden koşarak kapıyı açtı. İki kat eğilerek ağayı selamladı, hemen atın geminden tuttu ve kapının önündeki iğde ağacına bağladı.
Kimdi bu gelen? Bu gelen lalettayin bir konuk değildi.
Evet bu gelen, o zamanın Ankara’sının meşhur dillere destan efesi, Yağcoğlu Ahmet Ağa idi.
Ellerini oğuşturarak ağaya yol açan Boğuz
Efelerin efesi ağam! Hoş geldin; sefalar getirdin, evime şeref verdin! Diyerek onu kapıdan buyur etti.
Her zaman onun sırtını sıvazlayan hal hatır soran ağanın yüzü bu sefer asık ve neşesi yoktu. Geniş adımlarla yukarıdaki odaya çıktı, köşedeki erkan minderine bağdaş kurup oturdu.
Boğaz, ağanın canının bir şeye sıkıldığını yüzünden okumuş fakat sual sormak cesaretini kendinde bulamamıştı.
Onu daha fazla üzmemek, kızdırmamak ve hizmette kusur etmemek için ortada fırıl firıl dönüyordu. Yıllanmış şarapla dolu bir testiyi ve üzeri meze ile donatılmış bir siniyi ağının önüne beş dakikada hazırlayıp getirdi.
Boğuz odaya girip çıktıkça, ağanın silahlığından çıkardığı gümüş köstekli saatine sık sık, bakışından, onun dönüp gideceğini anlamıştı. Kendi kendine içinden; 'Nedir acaba ağayı bu kadar üzen şey?' diye düşündü yoksa!. İşin içinde bir kadın meselesi mi vardı?' Tecrübeli boğuz yanılmamıştı.
Yıllardır seviştiği dostu Şahinde’den ağa şüpheleniyordu
O gün Şahinde’ye iki üç gün için Karaşara gideceğini söylemiş, gece aniden dönüp, içini kurt gibi kemiren şüpheyi söküp atacaktı.
Ağa durmadan içiyor, tek kelime bile konuşmuyordu. Vakit gece geçmişti. Birden sofralık kalktı ve:
Boğuz çabuk atı hazırla diye bağırdı. Bu gürleyen sesten derin bir sessizliğe gömülen küçük han sallanır gibi oldu.
Efe, kır ata atladı karanlıklar içinde uyuyan Ankara'ya doğru gecenin sessizlik ve serinliği içinde dört nala uçar gibi kayboldu.
Gidişi gibi dönüşünde de kırat bir hamlede şehrin dar ve karanlık sokaklarına dalıverdi. Yüksek kerpiç duvarla çevrilmiş bir kapının önünde durdu. Her zaman olduğu gibi iki ön ayaklarını havaya kaldırarak şahlandı arka ayaklarının üzerinde bir çark yapıp, duvarın dibine yaklaştı.
Yağcıoğlu bir kaplan çevikliğiyle atın üzerinden duvara atladı; ordan zegaha çıktı ve dev yapılı vücudu ile yapıya yüklendi. Kapı bu acı kuvvete dayanamıyarak ardına kadar açıldı.
Evet; Yağcıoğlu efe aldanmamıştı. Şahinde’yi yorazı ile basmıştı. Neye uğradığını şaşıran Hacı İbrahim için yapılacak iş kalmamıştı birden ağanın ayaklarına kapandı, yalvardı ve:
Ağam kıyma gençliğime bağışla affet beni, tövbe, bir daha buralardan geçersem öldür beni.
Diye yalvardı...
Ağa ayaklarının dibinde yatan Hacı İbrahim’in bu perişan haline baktı, bir kadın için bir yiğite, kıyamazdı. Bu onun şanına yakışmazdı.
Kalk! korkak herif kalk! Yiğitlik öldü mü? Be Hey korkak!...
Delikanlılığın erkekliğin ayaklar altına serildiğini gören efe elinde tuttuğu topluyu silahlığına yerleştirirken:
Seni bu seferlik bağışladım, eğer bir daha değil benim, adımın dolaştığı yerlerde görürsem ibreti alem için seni öldürürüm dedi ve karanlıklar içinde kaybolup gitti.
Aradan üç beş ay ya geçmiş ya geçmemişti, şiddetli ve bir kıştan sonra bahar gelmiş, Ankara'da her yerden bahar fışkırıyordu.
Yağcıoğlu o gün içinde garip anlıyamadığı bir sıkıntı ile uyanmıştı.
Gizli bir el sanki yüreğini sıkıyor, içi daralıyor, şimdiye kadar duymadığı hissetmediği bir sıkıntı, boğazına gelip düğümleniyordu.
İçindeki bu sıkıntıyı biraz olsun def edip atmak için doğruca Hacı Mehmedin lokantısına uğradı, yukardaki odaşına çıktı; her zamanki gibi içkisi geldi bir iki bardak içti, şarap dahi ona bir tuhaf gelmişti..
Bir ara duvarda asılı sazı aldı bir iki gezinti yaptı, çok sevdiği kendi zeybeğini çaldı, nafile!.. Yüreğindeki o sıkıntıyı bir türlü söküp atamadı.
Sazı yerine astı, bir kadeh daha aldı, şöyle şehirden dışarı çıkıp belki açılırım diye düşündü ve tam kadehi başına kaldırıp yudumlarken kapının önünde bir gölge görür gibi oldu. Birden gözlerini oğuşturarak dikkatlice bakınca kapının önünde duranın Hacı İbrahim olduğunu farketmişti bu ne cüretti!.. Bu ne saygısızlıktı!..
Artık ona dersini vermenin zamanı gelmişti. Birden kabzasını kavradığı topluyu iki el arka arkaya ateşledi, meyhanenin derin sessizliğini delen bu acı tabanca sesi arasında Hacı İbrahim sağ omuzunu tutarak:
Ah anam yandım!
diyerek masanın altına yığılmıştı. Yağcıoğlu namlusundan hala duman çıkan toplu tabancasını silahlığına soktu, işlemeli cemedamını omuzuna aldı, meyhanenin kapısından çıkmak üzere idi ki; işte ne olmuşsa o anda olmuştu. Koca yiğit, koca çınar dalı, Ankara'nın ünlü efesi, henüz otuz üç yaşında koç yiğit arkasından atılan üç kurşunla vurulmuştu.
Bir an yerinde sarsıldı, sendeledi namert kurşun kalbini delmişti. Elini tekrar silahlığına attı amma, çekip çıkartmak için o kuvveti kendinde bulamadı. Gözü karardı, moraran dudaklarından sadece 'anam' kelimesi dökülebildi. Bir dağın heyelanı gibi dev vücudu oracığa yığılıverdi.
Masanın altına yatan İbrahim ölmüş numarası yaparak, onu arkasından vurmuştu..
Bu ünlü efeye, bu yiğit zeybeğe ağlamayan, yas etmeyen Ankaralımı kaldı!..
Cenazesi kaldırılırken Erzurum ayağına insandan kale kurulmuştu. Çoluk çocuk, ihtiyar ardından dövündü, ağladı yas etti. Fakat o arkasında bir yiğitlik destanı ve üç körpe yavrusunu öksüz bırakıp gitmişti. Mekanı cennet olsun. İşte bu ünlü zeybeğin ağıtı.
Ben bir Yağcıoğluyum tükenmez derdim
Vilayetim Ankara mert oğlu merdim
Otuz üç yaşımda toprağa girdim
Vekilim Mustafa Fehmi evlat
Zeybeğim, zeybeğim şanlı zeybeğim
Ankara'nın içinde ünlü zeybeğim
Çekin kır atımı nalbant nallasın
Örtüverin bürüncüğümü sinek konmasın
Beni öldürene bu dünya kalmasın
Zalim kurşunu ile giden Ahmedim
Zeybeğim, zeybeğim şanlı zeybeğim
Ankara'nın içinde ünlü zeybeğim
Evimizin önü bir büyük bostan
Yağcıoğlu vurulmuş dillere destan
Her ana doğurmaz böyle bir arslan
Azgın yara ilen giden Ahmedim
Konma bülbül konma mezar taşıma
Şu gençlikte ölüm geldi başıma
Kahveden çıkdım başım selamet
Meyhaneye vardım koptu kıyamet
Üç körpe kuzum kime emanet
Vekilim Mustafa Fehmi evlat
Zeybeğim zeybeğim şanlı zeybeğim
Karaşarın içinde ünlü zeybeğim
Mezarımı Erzuruma katsınlar
Üstünede tarihin atsınlar
Vah
Bir yiğit ölmüş desinler
Zalim kurşunu ile giden Ahmedim
Erzurum çeşmeside horlaya horlaya akar
Benim üç körpe kuzum yollara bakar

HALUK BALABAN.
Fotoğraf açıklaması yok.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder