27 Ekim 2022 Perşembe

 ANKARADA KINA GÜNÜ. ( Kına Yakma Töreni )

Ankara’da Kına Günü Yüzyıllardır yaşayan oğuz Türklerinden kalma bir töredir.
Çeyiz Altından sonra (gelinin çeyizinin sergilenmesinden sonra ) Kız evi Oğlan evini Kına gününe davet eder. Bu toplantıda Kuru yemişler ve Ankara’ya özel Kuru üzümler (Ankara’da 25 çeşit üzüm yetiştirilmiştir ) içi üzümlü fıstıklı çörekler Yerler. Bu arada kadın çalgıcılar ve kadın Köçekler oynar. Çeşitli gösteriler yapar misafirleri adeta coşturur. Davetliler kendi aralarında oynar eğlenirler.
Sıra Kına yakma törenine gelmiştir. Evdeki yastıklardan gelin kıza Bir taht tabir edilen yer yapılır gelinin yüzü bir örtü ile örtülür bu örtülür gelin kızın yüzü Kıbleye bakar vaziyette bu tahta oturtulur kızın ellerini iki kız tutar. Bir ellerin dede mumlar vardır kızın arkadaşları’da ellerindeki mumlarla törene katılır.
Bu arada kına gecesinin yaşlı ve sayılan güngörmüş bir kadın tarafından şöyle bağırılır:BİSMİLLAH DEYİN KARIN KINAYI,çağırın gelsin anayı..!Kızın Anası gelir sarılır kızına beraber ağlarlar Kızın arkadaşları, komşularda bu ağıta katılır.Kızın anası ağlamazsa Gözüne soğan sürülür.
KINA bir tasta karılmış olarak getirilir. Kınayı kocası ölmemiş bir kadın yakar. Hep bir ağızdan sağ elini versin kınaya diye bağırılır, önce sağ el sonra sol ele kına yakılır.Bu arada sağ ele avuç içinde bir ufak Altın konur.üstüne kına sürülür.bu müstakbel eşinin Mührü sayılır.bezlerle bilekten sarılır.ayrıca ayaklarına da düzgünce kına yakılır ayağa yakılan kına mihraplı bir şekilde düzgün olarak yakılır.bu işlemden sonra kız yere bastırılmadan yatağına yatırılır.oyunları yattığı yerden seyreder.ve bu yatakta uyur sabah olunca el ayak bağları çözülür
Avuca konulan ALTIN Güvey yemeğinde bal şerbeti içinde damada sunulur. Damat ağzına gelen bu altını kesesine diktirir. bu altını bereket parası sayar. Lüzumsuz harcamalarında elini kesesine attığı zaman bu altın eline gelir. Yalnız olmadığını bir sorumluluğunun olduğunu hatırlar daha çok tasarruf yapar. daha çok çalışıp daha çok kazanmaya çalışır. Gayret eder.
Kına gecesi sesi Güzel kadın ve kızlardan oluşan hasret ve ayrılığı simgeleyen Türkülerle devam eder. Sadece Ankaralı bayanların oynadığı Ankara Koşması ve çeşitli oyunlarla devam eder.oyun gecenin sonlarına doğru güldürü biçimindeki Arap oyunu.süpürge oyunu. İle devam eder misafirler coşar. Yatağında yatan kınalı gelin .zaman zaman ağlayan göz yaşı döken anasına şu dörtlükle seslenir teselli eder.
ANAMIN BACASI YÜCEDEN TÜTER.
EL KADAR EKMEĞİ BANA YETER.
İLLERİN (Ellerin ) KAPISI GAHIR KAPISI
ANAMIN KAPISI ALTIN KAPISI. Der Kına gecesi sona erer.
KINA TÜRKÜSÜ.
Hani bu kızın anası .
Elinde Mumlar yanası.
Bu gün ayrılık kınası.
Yarenin Kınan kutlu olsun
Orda dirliğin tatlı olsun.
X X X X
Elimi sürdüm astara.
Elimi kesti testere.
Allah hayırlar göster.
Yarenin Kınan Al olsun
Orda Dirliğin Tatlı olsun.
X X X X..
Mercimek ektim Bittimi.
Kız anan sele gittimi
Her eksiklerin Bittimi.
Yar elin Kınan kutlu olsun.
Orda dirliğin tatlı olsun.
X X X X
Hatladı (atladı ) çıktı eşiği.
Sufrada (sofrada ) kaldı kaşığı.
Kız anasını danışığı.
Yar elin kınan oy al olsun.
Orda dirliğin Bol olsun.
Sözler Rahmetli Babaannem SAMİYE BALABAN dan alınmıştır.
TARİHTE KINA YAKMA (sebepleri )
Yüz yıllardan beri yaşayan Ankara Törelerinin apayrı özellikleri vardır
Bu özellikler oğuz Törelerinden gelir.
Kına Üç nesneye yakılır.
Koyuna
Askere giden delikanlıya.
Gelin giden kız.
Kına yakma’nında manası şudur.
Koyuna Kına yakılır Allaha Kurban olsun diye.
Asker kına yakılır vatana kurban olsun diye.
Kıza Geline Yakılır Evine kocasına, çocuklarına Kurban olsun diye
Ankara törelerinde kına yakma gecesi Mukaddes ve mutlu bir gece olarak. Vasıflandırılır yıllardır muhafaza edilip titizlikle sürdüre gelinmiştir.
Haluk Balaban .
Atlar eğerlendi anam kimler binecek duvak bürlendi anam kimler gidecek
aş gel anam aş gel ben varamayom iller anam didikçe ben duramayom
zalım gaştan düştüm golum gırıldı golum iyi olmadan duvak vuruldu
aş gel anam aş gel il(el) oldun gayli akan çaylar gibi sil(sel) oldun
gayli illerin deveside çölden giç gelir öğünden öğüne kardım aç kalır iller dillendikçe bana güç gelir
aş gel anam aş gel ben varamayom iller anam didikçe ben duramayom (Ankara ağız özellikleri ile
ONUR BAL’DAN ALDIĞIM BİR ANKARA KINA TÜRKÜSÜ..

 KARAKOYUN EFSANESİ.

Güdüllü Hasan Yücel Sazından.
Vakti zamanında Ankara'da Yaşayan Çok zengin Bir Ağanın Selvi Boylu Ceylan Gözlü Bir Kızı Vardır.Kız O kadar Güzeldir ki Bakanlar bir Daha bakar hayran kalır Yakışıklı Bir Ankara Seymeni Bu Kızı Çeşme başında Görür .Bir görüşte aşık olur. Ağanın Kızınında Genç yakışıklı seymene Gönlü Kayar. Gizli gizli Buluşur Konuşurlar Genç seymen Ağanın Kızı için yanar Tutuşur .Ağa Kızını Bir çok isteyene rağmen vermez Gönlü Yükseklerdedir Kızım Beylere paşalara layıktır der. Genç seymen Sevdiğini yakından görebilmek için . Ağanın Bir Çoban aradığını duyar . Kendini Çoban olarak tanıtır Bir lokma ekmek Bir Hırka ücretine Ağanın yanında Çobanlığa Başlar. başlar ama hasreti sevgisi kat be kat daha artar dağda taşta sürünün yanında sazı kavalı ile başta kara koyuna derdini aktarır tüm sürü Bu garip çobanın sazının ses ile sakinleşir yemlerini yer her sözüne uyarlar. Bu arada ağanın ceylan gözlü Güzel kızınında hasreti artmıştır yemeden içmeden kesilir zayıflar bitap düşer. Ağa ve hanımı bu duruma çok üzülürler .Hali vakti pekte kötü olmayan Seymenimiz Anasını babasını Ağaya dünürcü Gönderir.Ağa Kızını yinede vermez ama kızınında durumu gittikçe kötüleşmektedir. Genç Seymenimiz Bir gün ağanın karşısına çıkar Kızını ister Kızının durumunu gören ağa seymenin yanında kızı uğruna çoban duran bu gence sana bir şartım var der.. sürümün başı Şu Kara koyunu ve sürüyü yakındaki ırmaktan su içmeden duraksamadan geçirirsen kızımı sana veririm der. Niyeti kızını yine vermemekktir..! üç gün sonra Gel sürüyü ırmaktan geçir der Başta Sürü başı Karakoyuna ve Tüm sürüye Ağa üç gün Boyunca Tuz yalatır yem su vermez gün gelir ağa ve çevre halkı ırmak kenarına toplanır Hadi der sürüyü ırmaktan geçirde görelim der Çoban genç seymen Sürünün Ve sürü Başı Karakoyunun halini görür durumu hemen anlar yeise düşer fakat yapacak başka bir şey yoktur sazını eline alır Başlar yazıda yabanda sürüyü yola soktuğu ezgiden başlayrak şimdi dinleyeceğiniz Karakoyuna yakarış ezgisini çalar Karakoyun acı acı meleyerek tüm sürü ile ırmağı suya hasret şekilde bir damla su içmeden geçerler.Ağa mecbur olur kızını vermeye ve Ankara'mızın o meşhur oyun havası diler destan MORKOYUN HAVASI doğar.
MEKANIN CENNET OLSUN ALTIN TEZENELİ GÜDÜLLÜ HASAN.
HALUK BALABAN ARŞİV.

25 Ekim 2022 Salı

 


ANKARA - HACETTEPE -

TACEDDİN SULTAN 1590-1680 YILLARI ARASINDA YAŞAMIŞTIR.

 

Ankara’da Hamamönü mevkiinde inşa edilen dergâhın kurucusu Tâceddinzâde Mustafa Efendi hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Aslen Ankaralı bir ailenin çocuğu olduğudur. Ailenin Bursa’ya gidip daha sonra tekrar Ankara’ya döndüğü rivayet edilir. Adı ve Ankaralı olduğuna dair bu rivayet onun, Bursa Kaplıca Medresesi müderrisi iken 1010 (1601) yılında Ankara’ya müftü tayin edilen ve 1018’de (1609) burada vefat eden Tezkireci Tâceddin Efendi’nin (Atâî, s. 531-532) oğlu olabileceğini düşündürmektedir. Ailesinin Niksar-Samsun yöresinde beylik kuran Tâceddinoğulları ile ilgisinin bulunması da ihtimal dahilindedir. Tâceddinzâde Mustafa Efendi adına ilk defa, 1075’te (1664) Ankara’da düzenlenen Aslanağa bin Muslu Vakfiyesi’nin şahitler listesinin başında rastlanmaktadır (bk. bibl.). Tâceddinzâde’nin dergâhla birlikte bir de cami yaptırdığı anlaşılmaktadır. Bu bilgiden hareketle Tâceddin Camii ve Dergâhı’nın XVII. yüzyılın ortalarında faaliyete başladığı söylenebilir. Evkāf-ı Hümâyun Nezâreti’nin 1270 (1853) yılına ait teftiş raporunda, “Tâceddinzâde Mustafa Efendi’nin Tekke Ahmed mahallesinde Şeyh Paşa Zâviyesi yerinde yaptırdığı cami ve zâviye” ifadesi yer almakta ve onun Aziz Mahmud Hüdâyî’nin halifeleri arasında bulunduğu kaydedilmektedir (BA, Cevdet, nr. 10201). Aynı ifadeye bir tevcih defterinde de rastlanmaktadır (VGMA [Atik Şahsiyet] Rabi-Sani Asker, nr. 411, 77/1076). Oldukça geç tarihli bu kayıtlar Tâceddinzâde’nin Aziz Mahmud Hüdâyî’nin halifesi, dolayısıyla Celvetî şeyhi olduğuna dair Ankara halkı arasındaki rivayetle örtüşmekteyse de Aziz Mahmud Hüdâyî’nin bilinen halifeleri içinde böyle bir isme tesadüf edilmemektedir. Fakat Aziz Mahmud Hüdâyî’nin Bursa’dan İstanbul’a gelip 992 (1584) yılında Küçükayasofya Tekkesi’nde şeyhlik yaptığı ve burada 1038 (1628) vefat ettiği bilindiğine göre (Yılmaz, s. 51) Tâceddinzâde Mustafa Efendi’nin gençlik yıllarında ona yetişmesi ve kendisiden icâzet almış olması kuvvetle muhtemeldir. Esasen halk arasındaki yaygın inanç da onun bir Celvetî şeyhi olduğu yönündedir.

Enver Behnan Şapolyo, Ankaralı Şemsîzâde Ahmed Efendi tarafından kendisine hediye edilen, Şeyh Derviş Muslu Ankaravî’nin 1147’de (1734-35) derlediği mecmuada Tâceddinzâde’nin evrâdıyla dergâh şeyhlerinin bir listesinin, çeşitli menkıbelerin ve Tâceddinzâde’nin şiirlerinin yer aldığını belirtir. Sözü edilen mecmua bugün kayıptır. Çeşitli nüshaları bulunan evrâd metni Sadi Bayram, Kâmil Şahin koleksiyonundaki Tâceddinzâde’nin bazı şiirlerini ihtiva eden risâle ise Mustafa Aşkar tarafından yayımlanmıştır (bk. bibl.). Tâceddinzâde Mustafa Efendi’nin ölüm tarihi bilinmemektedir. 1853 tarihli teftiş raporundan çocuğu olmadığı anlaşılan Mustafa Efendi’den sonra dergâhın şeyhlik görevi 1717’de Abdurrahman Efendi’nin türbedar tayin edilmesine kadar (BA, Cevdet, nr. 10201) Gizli Şeyh Mehmed Efendi ve soyundan gelenlerce sürdürülmüştür. Şeyh Abdurrahman Efendi’nin ardından bu görev babadan oğula intikal suretiyle Pîr Mehmed, Şeyh Osman ve Mustafa Efendi’ye, 1827’de Mustafa Efendi’nin kardeşi Osman Vâfî Efendi’ye, 1853’te Osman Vâfî’nin oğlu Mehmed Şerif Galib’e (ö. 1899) geçmiştir. Dergâhın son şeyhi Galib Efendi’nin oğlu Mustafa Tâceddin Efendi’dir (ö. 1937). Dergâhın Tâceddinzâde Mustafa Efendi’den sonra en kudretli şeyhi Osman Vâfî Efendi, “arzu edilmeyen hareketlere teşebbüs etmekle suçlanarak (BA, Cevdet, nr. 7429) Kayseri’ye sürgün edilmiş, üç buçuk ay sonra affedilip Ankara’ya dönmüştür (BA, Cevdet, nr. 7429). Onun şeyhlik döneminde mevcut yapıların tamiri, ek binaların inşası, dergâhın istikrarlı gelir kaynaklarına kavuşturulması konularında önemli gelişmeler olmuştur.

Bugün Hacettepe Üniversitesi Kampüsü sınırları içinde kalan ve selâmlık bölümü Mehmed Âkif Ersoy Müzesi olarak kullanılan Tâceddin Dergâhı’nın ilk durumu hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Sadece caminin ilk şeklinin toprak örtülü ve diğer aksamın ahşaptan olduğu kaydedilmekte, Abdülmecid döneminde onarımlar yapıldığını, bazı binaların yeniden inşa edildiğini düşündüren belgelere rastlanmaktadır. Bu belgelerde tamire muhtaç birimler sıralanırken cami, türbe, dergâh ve derviş odalarından bahsedilmektedir. Bu durumda yapıların bir külliye niteliği taşıdığı söylenebilir. Ankara İmar Meclisi’nin 2 Şâban 1261 (6 Ağustos 1845) tarihli kararı ile bu karara gerekçe oluşturan teknik heyet raporundan dergâhın selâmlık binasının bulunmadığı ve inşasının gerekli olduğu anlaşılmaktadır (BA, A.MKT, nr. 26/74-2). Aynı kararda bazı bölümlerin harap durumda bulunduğu ve bazı bölümlerin ek binalarla genişletilerek tamamlanması gerektiği, ancak bunların yapılabilmesi için vakıf gelirlerine sahip olmadığı belirtilmekte ve paranın başka kalemlerden karşılanması istenmektedir. Meclis kararı ve eklerinin sadârete arzından sonra söz konusu onarımların yapılması ve yeni inşa edilecek yapıların bir an önce bitirilmesi için keşif dosyaları Evkāf-ı Hümâyun Nezâreti’ne intikal ettirilmiştir (BA, A.MKT, nr. 26/74-3). Dokuz yıl sonra bir şikâyet üzerine hazırlanan teftiş raporundan gereken onarımların gerçekleştirildiği, selâmlık binasının inşaatının tamamlandığı, mutfağın çalıştığı, gelirlerin tahsil edildiği, harcamaların yapıldığı, muhasebe kayıtlarının tutulduğu ve dergâhın hizmete açık olduğu anlaşılmaktadır (BA, Cevdet, nr. 10201). 1892’de cami, minare ve türbenin yıkılarak II. Abdülhamid’in hazîne-i hâssadan tahsis ettiği 60.000 küsur kuruşla yeniden inşa edilmesi kararlaştırılmıştır. Türbenin giriş kapısı üzerindeki manzum kitâbede caminin inşasının 1319 (1901) yılında tamamlandığı kaydedilmektedir. “Tâcdâr-ı tâcdâran Hazret-i Sultan Hamîd/Yaptı bu dergâh-ı Tâceddîn’i tahsîne sezâ/Söyledi Câhid kulu lafzan tamam târîhini/Bin üç yüz on dokuzda oldu bu câmi binâ.” 1925 tarihli imar planlarında caminin doğusunda görülen esas hazîre, diğer şeyhlere ait dışarıdaki türbe (BA, A.MKT, nr. 26/74-2), derviş odaları, yemekhane ve mutfak, haremlik binaları, selâmlık binası bahçesindeki şadırvan bu tarihten sonraki imar değişiklikleri ve istimlâklerle ortadan kaldırılmış, Tâceddinzâde Mustafa Vakfı adına kayıtlı sadece cami ve hazîreye ait 1285 m2’lik iki parsel kalmıştır (VGMA/EML, I, 4, sıra 38).

Dikdörtgen planda inşa edilen caminin batı tarafında yer alan türbe ve doğudaki minare Ankara yöresine mahsus kırmızı andezit taşından inşa edilmiştir. Tâceddin Camii, Hacı Bayram Camii gibi zâviyeli mescidlerdendir. Bağdâdî kubbeli türbeyi içine alacak şekilde 1970’lerde camiyi genişletmek amacıyla yapılan ilâveler 2008 yılındaki restorasyon sırasında kaldırılmıştır. Caminin giriş kapısının tam karşısında yer alan çeşme çekilen avlu duvarının dışında kalmıştır. Oluk arkalığına yerleştirilen, sert Ankara taşından beyaz mermer kitâbeye göre çeşmeyi Serattarzâde’nin zevcesi Fatma Hanım 1897’de yaptırmıştır. Bugün suyu akmayan çeşme toprak altında kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Tâceddin Türbesi, eskiden olduğu gibi Ankara’da Hacı Bayrâm-ı Velî Türbesi’nden sonra en çok ziyaret edilen bir merkez durumundadır. Caminin dışında günümüze ulaşan tek yapı, Mehmed Âkif’in 17 Şubat 1921’de içinde İstiklâl Marşı’nı yazdığı selâmlık binasıdır. Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra bu bina “avlulu ahşap mektep” olarak Ankara Vilâyeti İdâre-i Husûsiyyesi’ne devredilmiştir. Çeşitli sebeplerle hazine, belediyeler ve özel idarelerin mülkiyetine geçen vakıf gayri menkullerinin yeniden Vakıflar İdaresi’ne dönmesini öngören kanun (Resmî Gazete, sy. 9705 [1957]) ve ilgili tüzük (Resmî Gazete, sy. 11597 [1964]) hükümleri uyarınca 485 m2’lik bir saha üzerinde yer alan selâmlık binasının tapusu 11 Kasım 1986 tarihinde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne geçmiştir (VGMA/EML, 1986: Ankara Merkez 7044 Hayrat Kütük Defteri, I, 1).

Mehmed Âkif, Nisan 1920’de Ankara’ya gelişinden itibaren yakın arkadaşları Hasan Basri (Çantay), Müftüzâde Abdülgafur (İştin) ve Mehmet Vehbi ile (Bolak) birlikte Mayıs 1921 tarihine kadar Tâceddin Dergâhı’nın selâmlık binasında kalmış, Safahat’ın altıncı kitabı Âsım’ı burada tamamlamış, “İstiklâl Marşı”, “Süleyman Nazif”, “Bülbül” şiirlerini burada yazmıştır. Eşref Edip Fergan’ın, “Dergâh deyince dervişler, âyinler hatıra gelmesin. Eşraftan birinin âdeta selâmlık dairesi. Ufak bir köşk gibi muntazam yapılmış. İçi dışı boyalı. Döşenip dayanmış, güzel ve geniş bir bahçesi var. Türlü türlü meyveler. Önünde bir şadırvan, şırıl şırıl sular akıyor” şeklindeki ifadeler (Mehmed Âkif, I, 152) ile yapılacak selâmlık binasını tarif eden Ankara İmar Meclisi’nin kararında geçen kayıtlar tamamen örtüşmektedir.

Taceddin Dergahın Son Şeyhi Mustafa Taceddin Erar  Mehmet akife   Ebniye Kasrının selamlık Bölümü Tahsis eden  Yüksek Tahsilli Bir İnsandı .  Taceddin Dergahın Arazisini ve Külliyenin Tüm Varlığını  Türkiye Cumhuriyetine  Bağışlamıştır. Ve Cebeci Orta Okulunu Arazisini Milli eğitime Bağışlamıştır  Cumhuriyeti İlk EMLAK EYTAM BANKASI Kurucusu ve Genel Müdürlüğünü Yapmıştır   Oğlu Dr VAFİ ERAR Ankara Kulübü  Kurucularından ve Başkan Vekilliği yapan  Samanpazarı Billür Handa Muayenehanesi Olan Bilahare Hacettepe hastaneleri Personeline Bakan Doktorudur. Tüm Ankaralıların Gece Gündüz Sağlık Hizmetine koşan Parası olmayandan Para almayan sevgili  Doktorudur.  Oğlu Prf Dr Aydın Erar yiğeni Ulus Hastanesi Baş Hekim Yardımcısı Dinç Koyuncuda  Ankaramıza maddi Manevi Hizmetleri Olan Değerli Ankarallardır.

Tüm Taceddin Dergahının İlk Kurucusundan Son Halifesi Şeyhine Kadar Ruhları Şad .Mekanları Cennet Olsun.

HALUK BALABAN.

NOT: Yakında başka bir Makalemde Taceddin Dergahın Kurucusundan Son Şeyhine Kadar İsimlerinini Yazacağım. Ve Türbenin Üstü kapalı İken Neden Yıllar sonra Çatısının yapıldığını ve Ankaralı Değerli Büyüklerimin Anlattıklarını  Haziredeki Bazı kabir Taşlarında yazan yazıların  Bir zaman Dergah Önündeki Şifalı Kuyudan bahsedeceğim.

Bana Bu Konuda Kaynak bilgiler veren Hacettepenin değerli din adamlarından  Babamın Can dostu  MEHMET emin haksever  Büyüğüme  Rahmet dilerken Şükranlarımı sunarım.  ( Tüm Ahvadına )

Mehmet Emin Haksever  102 yaşında vefat etmiş Kamil Paşa Konağının altında Minik Dükkannda Ticaret yapmıştır. Vekaleten 25 Kere Hacca Gitmiş Kutlu nurlu Bir Kişidir. Rahmeti Bol Ola.

 

 Halil Hâlid Bey ( Çerkeşi zade )

ANKARALI HACETTEPELİ KORMANLAR AİLESİNE MENSUP.
PAYITAHT DİZİSİNDE İZLEDİĞİMİZ.
Müellif, Londra Şehbender Vekili, Bombay Şehbenderi, İttihat ve Terakki Ankara Mebusu Dar'ülfünun Müderrisi ( altı Lisan Bilen )
Doğum tarihi: 1869, Ankara
Ölüm tarihi ve yeri: 29 Mart 1931, İstanbul
SIRADIŞI BİR OSMANLI AYDINI; HALİL HALİD BEY. Halil Halid Bey, Türkiye'de pek tanınmayan bir isim olmasına rağmen, Kuzey Afrika ve İngiltere'de tanınan bir isimdir. Siyasi kimliğinin yanı sıra İslam dünyasında ilmi yönü ile de tanınır. İngiltere Cambrige Üniversitesi'nde ders veren ilk Osmanlı bilim adamıdır.
Babası Çerkeşşeyhizâde Ahmed Refî Efendi, annesi Refika Sıdıka Hanım’dır. Dedesi Osman Vehbi Efendi, II. Mahmud devrinin İstanbul ruûsu pâyeli önde gelen ulemâsındandır. Osman Vehbi’nin babası Çerkeşî Mustafa Efendi, Halvetiyye’den Şâbâniyye’ye bağlı Çerkeşiyye kolunu kuran bir şeyh idi.
Nisan 1912’de İttihat ve Terakkî Fırkası Ankara mebusu olarak Meclis-i Meb‘ûsan’a giren Halil Hâlid Encümen-i Maârif reisliği yaptı ve Tedrîsât-ı İbtidâiyye Kanunu’nun çıkarılmasında önemli rol oynadı. Meclisin 4 Ağustos 1912’de feshi üzerine siyasî hayattan ayrıldı. Bombay başşehbenderliği görevini kabul ederek Haziran 1913’te Hindistan’a gitti. Burada, İngiltere’de iken Hindistan müslümanları ile temaslarda bulunmuş olmasının da avantajıyla verimli çalışmalar yaptı
Halil Hâlid millî ve mânevî değerlerine bağlı, geniş kültüre ve tarih bilgisine sahip bir Osmanlı aydınıdır. Arapça, Fransızca ve İngilizce’yi iyi derecede bilmesinin yanı sıra Almanca, Farsça ve Urduca’ya da vâkıftı.
Eserleri. 1. The Diary of a Turk (London 1903). Halil Hâlid, gençlik dönemiyle ilgili hâtıralarını anlattığı bu kitabını E. J. Gibb’e ithaf etmiştir. Eserde, çeşitli Osmanlı âdet ve geleneklerinin yanında devrin siyasî havası ve II. Abdülhamid yönetiminin kısıtlamalarıyla ilgili anekdotlar da yer almaktadır. Hindistan Maliye Bakanlığı görevlisi Muhammed Hasan Han tarafından Türkônkî Muʿâşeret adıyla Urduca’ya tercüme edilen eserin (Agra 1905) baş tarafına mütercim kadınların hürriyeti, eğitimi ve örtünmesi konusunda 144 sayfalık bir giriş yazmış, ayrıca II. Abdülhamid aleyhindeki ifadeleri çıkarmış ve yer yer açıklamalarda bulunmuştur. Kitap, Ek Türk kâ Râznâmçe adıyla Aḫbâr-ı Vaṭan editörü ve sahibi Muhammed İnşâullah tarafından yine Abdülhamid aleyhindeki bazı kısımlar çıkarılıp gerekli yerlere açıklamalar konulmak suretiyle ikinci defa tercüme edilmiştir (Lahor 1906).
2. A Study in English Turcophobia (London 1904).
3. Cezayir Hâtıratından (Kahire 1906).
4. The Crescent Versus the Cross (London 1907
5. Panislamische Gefahr (Berlin 1918).
6. Fusûl-i Mütenevvia I, İslâm ile Nasrâniyetin Münâsebât-ı Asliyyesi (İstanbul 1326).
7. Fusûl-i Mütenevvia II, Türkler ile İngilizler’in İlk Teması (İstanbul 1326).
8. Fusûl-i Mütenevvia III, Rodos Fethinde Sultan Süleyman’ın Tedâbîr-i Siyâsiyyesi (İstanbul 1326).
9. Fusûl-i Mütenevvia IV, Şehzade Cem Vak‘asında Mes’ele-i Hamiyyet (İstanbul 1327).
10. el-ʿArab ve’t-Türk (Türk ve Arap, Kahire 1912; Arapça trc. Ömer Rıza [Doğrul]).
11. Bazı Berlin Makālâtı (Berlin 1918).
12. The British Labour and the Orient (Bern 1919).
13. Türk Hâkimiyeti ve İngiliz Cihangirliği (İstanbull
RUHU ŞAD OLSUN.
NOT: KORMANLAR AİLESİ HACETTEPE HACI İLYAS CAMİ KARŞISINDA ANKARANIN EN MUHTEM KONAĞINDA OTURMAKTA İDİ İHSAN DOĞRAMACI TARAFINDAN İLK YIKILAN MAHALLE VE KONAKLAR ARASINDA İDİ. KONAĞIN BAHA BİÇİLEMEYEN AHŞAP TAVANI RESİM HEYKEL MÜZESİ TAVANINI SÜSLEMEKTE İKİNCİ TAVANI İSE MÜZE MÜDÜRÜNÜN MAKAM ODASINI SÜSLEMEKTEDİR.
HALUK BALABAN.

 ANKARA. MARŞI.

Duatepe’ye yapılacak taarruz için 57’nci Tümenin, Kerim köyüne gelerek yedekte kalması kararlaştırılmış, durum gece yarısına doğru tümene bildirilmişti. Emri alan 57’nci Tümen Komutanı Albay Mümtaz hemen tümenini uyandırmış, kısa sürede yol hazırlıklarını tamamlamış ve gece yarısını biraz geçe yürüyüşü başlamıştı.
Albay Mümtaz, hızlı bir yürüyüşle sabah saat altıda tümenini Kerim köyünde bulundurabileceğini umuyordu. Bozkır eylülünün gece soğuğu erlerin uykusunu açmıştı. Gökyüzü kara bulutlarla kaplı olduğundan ortalık zifiri karanlıktı. Kol başının engebeli arazide düzgün yol bulmasındaki zorluğun yanı sıra erlerin dörderli sıraları koruması bile imkân dışıydı. Ateş hattından oldukça gerilerde bulunduğu düşünülerek her bölüğün bir gemici feneri yakmasına izin verildi. Yüksekten bakılınca seyrek aralıklı solgun ışıkların bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla ilerilere uzandığı görülüyordu. Uyku sersemi atılan adımlar giderek çevikleşmiş yürüyüş kolu hızını artırmıştı.
Yarım saat sonra gök gürlemeye, tek tük şimşekler çakmaya başladı. Her şimşek çaktığında yürüyüş kolu birkaç saniyelik aydınlığa kavuşuyor, biraz dağınık olan dörderli sıralar kendilerini düzeltiyordu. Derken yağmur çiselemeye başladı. Yağmurdan zarar görmesin diye omuzlardaki tüfekler çıkarıldı ve namlu aşağıya gelecek biçimde yeniden omuzlara asıldı. Ardından yağmur sağanağa döndü.
Bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Önceleri hafif esen rüzgâr yerini fırtınaya bıraktı…
Cılız ışıklı fenerlerin ıslanan camları çatlamaya, dağılmaya başladı. Fenerlerin birer ikişer sönmesiyle yürüyüş kolu koyu karalığa gömüldü. Yürüyüş kolunun bozulmaması, erlerin kaybolmaması için birbirleriyle konuşmalarına izin verildi. Elbiseleri aşan ıslaklık bedenleri sarmaya, bozkırın tozlu toprağı cıvık çamura dönüşmüştü.
Tepeden tırnağa sırılsıklam olan savaşçıları gecenin soğuğu titretiyordu. Gök yerle birleşmiş; yer, çamur denizi olmuştu. Ağırlaşan ayakkabılar, kayan ayaklar adımları yavaşlatmıştı. Gök gürültüsü, yağmur ve fırtınanın uğultusu, yürüyüş kolunu bozmamak için birbirlerine seslenen savaşçıların seslerini bastırıyordu. Doğanın çıkardığı sesler ve insanların bağırtısı birbirine karışıyordu. Bu sırada, yürüyüş kolunun arkalarındaki bölüklerden biri kendine ortak bir dil buldu. Bütün bölük, bir ağızdan günlerdir Sakarya’ya bakan tepelerde yankılanan bir türküyü söylemeye koyuldu. Havası ve ritmiyle daha çok bir marşa benziyor, yürüyüş temposuna uyuyordu.
“Ankara’nın taşına bak.
Gözlerinin yaşına bak.
Biz yunana esir olduk.
Şu feleğin işine bak.”
Bu marş, halkın bağrından çıkmıştı. Sözüyle müziğiyle halkın yarattığı bir marştı. Ulusal bir yakınmayı dile getiriyordu. Marş, elektrikle çarpmış gibi öteki bölüklere, taburlara, alaylara yayıldı. Gecenin koyu karanlığında yürüyen 57’nci Tümen tek bir ses olmuştu.
Marş uzun yürüyüş kolunu canlandırmıştı. İliklerine dek ıslanan savaşçılara soğuk işlemiyordu artık. Yüzlere kamçı gibi çarpan yağmur taneleri, paçalardan sızan sular, insanı uçuracakmışçasına esen rüzgâr ve bileklerine dek çamura batan ayaklar yürüyüş kolunun hızını etkilemiyordu.
Bu kez, yürüyüş kolunun önleri başlattı marşı. Islak dudaklardan çıkan sesler gerilere doğru yayıldı. Bu marş yeni yeni duyuluyordu cephede. Bestecisi, söz yazarı pek bilinmiyordu. Halkın coşkun duygularını yansıtıyordu bu da. Marşın başında Türk halkı askerlerine sesleniyor, onlara kutsal görevlerini hatırlatıyordu. Marşın son bölümündeyse Türk’ün karanlık günlerinde ortaya çıkan, kendini ulusuna adayan bir oğula, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya yakılan bir türkü havasındaydı. Halkın duyguları böyle dile getirilmişti. Şimdi, halkın kendisine seslendiği Türk askeri, halkının yarattığı marşı söylüyordu. Sicim sicim yağmur altında ve koyu karanlıkta ilerleyen 57’nci Tümen, erinden subayına dek coşmuştu.
“O sevimli yüzün asla solmasın.
Hiçbir vakit kalbin yasla dolmasın.
Ey mert asker durma yürü ileri.
Sakarya da bir tek düşman kalmasın.
Dünyalara bedeldir mah cemalin.
Allah’ıma emanettir Kemal’im.”
Yağmur gün ağarırken dindi. Rüzgâr da yağmurla birlikte kesildi. Ama yürüyüş kolunun sesi kesilmedi. Marşları türküler izledi. 57’nci Tümenin savaşçıları, güneşin ilk ışıklarını sevinçle karşıladılar. Aydınlığından çok, sırılsıklam elbiselerini kurutacağı için…
176’ncı Alayın Tabur Komutanlarından Osman Bey, yürüyüş kolundaki erlerden birinin omuzlarında iki tüfek gördü. Yakınlarında tüfeksiz er yoktu. Yardım için arkadaşının tüfeğini taşıyor olamazdı. Erin yanına yaklaştı, sordu:
“Oğlum, niye iki tüfek taşıyorsun?”
“Komutanım, çok ateş etmekten tüfeğimin mekanizma kolu şişti. Zor açılıp kapanır oldu. O tüfekle iş göremeyeceğimi anladım. Yanımda şehit düşen arkadaşımın tüfeğini aldım. Tüfeği iyi işliyor. O günden bu yana iki tüfek taşıyorum. Şehit arkadaşımın adına da vuruşuyorum, numarası benim üzerime yazılı olduğu için kendi tüfeğimi de bir yana bırakamıyorum.”
“Niye bırakamıyorsun oğlum?”
“Bırakılır mı hiç? Milletin malını bana vermişler, üzerime yazmışlar. Sahip çıkmamak olur mu? Hesabı benden sorulur.”
Osman Bey, erin bölük komutanını yanına çağırdı, emir verdi:
“Bu erin işe yaramayan tüfeğini alın, onbaşılığa terfi ettirin, yazısını da tabura gönderin.”
57’nci Tümen, beş buçuk saatlik bir yürüyüşten sonra sabah saat altı buçukta yedekte bekleyeceği yere vardı. Hemen dinlenmeye geçildi. Bir yandan birliklere çeki düzen verilirken bir yandan da yakılan ateşlerde üniformaların kurutulmasına çalışılıyordu. Yalnız bir er üstünü kurutmayı bir yana bırakmış, oradan oraya koşuyor, her rastladığına soruyordu:
“Kardeş kırmızı bezin var mı? Yeşil bezin var mı?”
O curcuna da, yeşil çuha üstüne kırmızı şeritli onbaşı işaretini bulmak kolay değildi.
Bu gece yağmur altında yürüyüş yapan bir başka Türk tümeni daha vardı. 23. Tümen. Çal Dağı kesiminde yaptığı şaşırtma saldırısını hava karardıktan sonra kesip Mürettep Kolordu emrine girmek için bütün gece yağmur altında yürümüş, gün doğmadan önce Beyceğiz’e varmıştı. Yunanlıların hava gözetlemesine karşı hemen köydeki evlere dağılmış, gizlenmişti. Ne var ki ıslak elbiseleri kurutmak için ateş yakamıyorlardı. Köydeki evlerin bütün bacalarının tütmesinin Yunanlıların dikkatini çekeceğinden korkuluyordu. 23.Tümenin bütün subay ve erleri sırılsıklam üniformalarını çıkarıp iyice sıkmışlar, evlerin içinde kurdukları iplere asmışlardı.
Beyceğiz evleri, beyaz uzun donlu, yarı çıplak insanlarla doluydu. Pantolonlar kuruduktan sonra giyilecek iplere serilme sırası donlara gelecekti. Türk ordusunda hiçbir savaşçının yedek iç çamaşırı yoktu. Giyilen iç çamaşırlara da Ulusal Yükümlülük Emirleri (Teşkilatı Milliye Emirleri) uyarınca Anadolu’daki her Türk evinin hazırlayıp verdiği tek kat iç çamaşırıydı. Bu yüzden, Türk savaşçılarının giydiği iç çamaşırlarının ortak yanı renklerin beyaz oluşuydu. Biçimleri ve dikişleri çeşit çeşitti. Çoğu el tezgâhlarında dokunmuş bezlerden yapılmıştı. Türk kadınları göz ölçüsüyle fanila ve don biçiminde kesip biçmişler, elle dikerek Tekalifi Milliye Komisyonlarına vermişlerdi.
Yunan vahşeti
Duatepe’nin üç kilometre kuzeyindeki Çekirdeksiz köy, Yunan işgali altından kurtarılan ilk köy oluyordu. On gün önce Yunanlılar ele geçirmiş, elimizden aldıkları topraklar arasına katmışlardı. Şimdi, Kütahya – Eskişehir yenilgisinden bu yana yüzlerce köyü Yunanlılara kaptıran Türk ordusu, ilk kez yitirdiği bir köyü geri almıştı. Çekirdeksiz’e giren 15. Tümen birlikleri, köyün içinde henüz bir iki adım atmadan Anadolu’ya köklü Yunan uygarlığını getirdiklerini tüm dünyaya sık sık duyuran Yunan ordusunun geride bıraktığı uygarlık izleriyle karşılaşıp irkildiler. Köy evlerinin tüm damları yıkılmıştı. Görülen taş yığınları önceleri orada bir ev bulunduğunu anımsatıyordu. Sokaklarda birçok inek, öküz ve manda ölüsü yatıyordu. Hayvanların karınları deşilmiş, bağırsakları ve işkembeleri patlamış, üstlerinde binlerce sineğin üşüştüğü pis kokulu sıvılar yerlere yayılmıştı.
Sağda bozuk bir harman yeri kalıntısı vardı. Birkaç kadın çömelmiş, elleriyle buğdayı taneleri arıyorlardı. Taş yığınlarının arasında bir gölge kırık bir tencere kaynatıyor, ayaklarının arasına paçavralara sarılı iki yaratık toprakla oynuyordu. Yıkıntılar asarından çıkan yaşlı bir kadın, cılız kollarıyla kurtarıcı Türk askerlerinin boynuna sarılıyor, bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyordu. Arada bir kesik kesik konuşuyordu.
“Başımıza neler geldi? Yunanlılar her şeyimizi aldı, götürdü. Ne ot ne ocak kaldı. Bak damlarıma, hepsi çöktü. Bak bu leşlere bunlar davarımızı, malımızı, hepsini aldı götürdü, kalanını süngüledi. Yiyecek, giyecek bir şey yok.”
Erler teselli etmek istiyorlardı:
“Zararı yok nine yine hepsi olur.”
Buruşuk yanaklarındaki iki izden durmadan yaşlar akan yaşlı kadın, birden duruyor, iki elini bir onbaşının omuzlarına koyuyordu:
“Ev sahibimi götürmüşler, yakmışlar. Doğru mu? (Eşini kastediyor)
“Yok, nine, hiç insan yakılır mı? O yine gelir.”
“Yok oğul küllerini, kemiklerini görenler olmuş.”
Yıkıntılar arasında beliren daha genç ve yarı çıplak bir kadın da oraya geliyor, iki kadın, o ıssız köyün ötesindeki Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarına bakarak uzun uzun ulur gibi ağlıyorlardı.
Köyün ve kadınların içler acısı durumlarına bakan genç subaylardan biri söylenmekten kendini alamıyordu.
“Yunanlılardan kurtaracağımız her köy böyle olacaksa buradan İzmir’e dek bacası tüten ev kalmadı demektir.”
Yıkıntıları geçen savaşçılar hızlı adımlarla, Yunanlılarla çatışmayı sürdüren ileriki arkadaşlarına doğru yürüyorlardı. Köyü kurtarmanın büyük sevinci, yerini koyu bir hınca bırakıyordu savaşçıların duygularında…
Mekânınız cennet olsun aziz şehitlerimiz. Dünya durdukça sizlerin asil kanlarınızla kurtardığınız kutsal vatan toprakları, Türk kadınlarına Türk analarına emanettir. Gözünüz arkada kalmasın…
Mangal dağında elleri ile siper kazan Konak görmez.Yaprak Bayırı, Kirazoğlu Köylerinin Kahraman Kadınlarının Ruhları şad olsun.
Bu köylerde bir tek erkek kalmamış Tüm Köy kadınları siperleri Buldukları kazma kürek ile kazmış yemenileri yaşmakları ile toprak taşıyarak son siperleri kazmışlardır .
Çanakkale savaşında son ferdine kadar şehit olan 57 tümen gibi Dadaylı Halit beyin 190 incı Tümeni Demirözü vadisinde şehit olmuş Bu şavaşta 5713 Şehitin 4565 şehiti Angara bebesidir. 2300 yaralısıda Angaralıdır Sakarya Savaşının üç gün kan renginde aktığı Mustafa kemalin Melhame-i kübra dediği en büyük savaş en çok Subay kaybettiğimiz bu savaş 22 gün 22 gece sürmüş Türkün Ateşle İmtihanı olmuştur..
RUHLARINIZ ŞAD OLSUN.
HALUK BALABAN.

22 Ekim 2022 Cumartesi

 “ANKARA” VE AHİLER.

Prf Dr. Fuad Köprülü Makalesi.
1 Şu son zamanlara kadar yazılan bütün tarih kitaplarımızda, Osmanlı Devletinin Ankara şehrini “Ahiler” den aldığı zikr edilerek bunlara adeta küçük bir “Devlet” mahiyeti isnat olunduğu görülür. Mukaddema “Ankara Ahileri” hakkında bir makale neşretmiş olan, Ahmet Tevhid bey (Tarih Mecmuası, 19) İlhanlılar Devleti zamanında Ankara umur-u dahiliyesinin Ahiler elinde olması ihtimalinden bahsetmekte ve bunları da adeta “Tevaife-i Mülük” sırasına ithal eylemekte idi. Halbuki “Ahiler” hakkında iptida “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” da (237-242) mücmel fakat oldukça etraflı ma’lumat vermiş olduğum gibi, muahhiren “Anadolu’da İslamiyet” adlı makalelerimde de o husustaki muahhir tedkikatımın netayicini pek muhtasar olarak arz etmiştim. ( 66-67 ). Bunların Osmanlı İmparatorluğunun teşkilindeki mühim rolleri hakkında “Hayat” ın 11 ve 12 numaralı nüshalarındaki makalemde kafi izahata tesadüf olunabilir. Son zamanlara kadar bu iktisadi- dini teşkilat hakkında yalnız “İbn-i Batuta” nın şehadetlerine istinad eden istişrak ilmi, “Ahilik” in Osmanlılar Devrine ait olduğunu zan ediyordu. Halbuki, umumiyetle Türk Tarihi diniyesi hakkında senelerden beri icra ettiğim tedkikat heyeti hakkında oldukça sarih fikirler edinmeğe muvafık oldum; ve Ahilerin “Fütüvvetname” dedikleri kitaplarındansekiz on tanesini etrafiyle tedkik ettim. “Anadolu Tarihi Diniyesi Hakkında Tetebbuat”namıyla neşrine hazırladığım külliyatın bir cildini de bu mesele teşkil edecektir.
Anadolu’da şimdiye kadar zan edildiği gibi Osmanlılar zamanında değil daha Selçuklular devrinde inkişaf ettiği bütün tarihi menbalardan anlaşılan ve daha ziyade “Ahiler” namıyla ma’ruf olan “Fütüvvet Zümreleri” “Ramzey” in iddiası veçhiyle eski Anadoluda ki buna mümasil mahalli teşkilata değil, İslam Aleminin her sahasında göze çarpan “Esnaf Teşkilatı” na merbuttur. Romalılar zamanında ,sonra Bizans’ta mevcut olan esnaf teşkilatıyla İslam – Türk Alemindeki mümasil müessselerin alaka ve müşabehetleri mes’elesi başlı başına tetkike değer bir mevzu’dur. Mamafih İslamiyetteki bu esnaf teşkilatının tarihi, henüz layık –ı veçhiyle tedkik edilememiştir. Horasan ve İran’ın, Irak, Suriye ve Mısırın, Türkistan’ın sınai merkezlerinde teşkil eden esnaf cemaatleri, “Masinivon” un büyük bir nüfuz nazarıyla takdir ve tahmin ettiği gibi, “Karamata” dailerinin “ “İsmail-i : Batıni” propagandalarıyla pek sıkı surette alakadardır.
2 Eski Anadolu Ahilerinin “Batıniye” den ad edilmesi hakkında mukaddema ileri sürdüğümüz – “Kaleman Hovar” tarafından tasvip ve kabul edilen – nokta-i nazar, “Masiniyon” un bu mülahazasıyla tamamen tetabuk ve hatta bir nokta-i nazardan onu, ikmal etmektedir. On üçüncü ve on dördüncü asırlarda Anadoluda gördüğümüz ahiler, “kütivet” mesleğine salih olup, sinsilerini Hz.Ali ve vasıtasıyla Peygamberimize kadar i’sal ediyorlar, ve diğer sofilerin “hırka”larına mukabil “Fütüvvet Şalvarı: Seravil-i Fütüvvet” giyiyorlardı. İçlerinde birçok kadılar, medreselerde bulunan ahilik teşkilatı , uzman, alelade bir esnaf cemiyeti değil, adeta o teşkilat üzerine istinat eden akidelerini o vasıta ile yayan, anarşi zamanlarında siyasi bir kudret iktisap eyleyen bir nev-i ”tarikat” dı. “İbn-i Batuta” bunların siyasi ehemmiyetini açık açık söylüyor.: “Bu biladın adetince bir mahalde sultan bulunmadığı takdirde hakimi ahi olup, gelen gidene aad ve libas ita ve kadrine göre ihsan eder. Emir ve nehiy ve rukubi ayinle mülüke müşahittir. (Cilt 1 , Sahife 326) . İşte Ankara Ahilerinin eski müverrihlerimiz tarafından adeta bir “Devlet” telakki olunmasının sebebi şüphesiz budur. Yalnız ondördüncü (14.) asırda değil onüçüncü asır (13.) esnasında Anadolu’da hükümran olan anarşi devrelerinde de bunların pek mühim rolleri göze çarpmaktadır.
“Ahiler” teşkilatıyla aynı zamanda Anadolu’da mevcut olan “Gaziler” teşkilatı arasında eskiden beri pek sıkı bir münasebet mevcuttur. Ümumiyetle Anadolu tarihinin daha doğrusu kurun-u vusta İslam tarihinin layıkıyla anlaşılması için bu “Gaziler” teşkilatı hakkında derin tetkikatı ihtiyaç varsa da Alman müsteşriklerinden “Dr.Vİtok” istisna edilecek olursa, bu meseleye şimdiye kadar hiç kimse atf-ı ehemmiyet etmemiştir. Aşık Paşa zadenin “Gaziyan-ı Rum” aşık paşa “Alpler”, sair bir takım tarihi menbalarında “Alperenler” ünvanını verdikleri zümre, yalnız Selçuki İmparatorluğunun sukutu devrinde değil daha Anadolunun ilk istilası zamanında mevcut bir içtima-i teşkilatdı; Selçukilerin, Atabeylerin, Danişmendilerin, ordularında bunların mevcuduyeti pek tabi-i olduğu gibi daha evvel yani “Samaniler” zamanında “ Horasan” ve” Maverehün nehir” de bu gazilerin bulunduğunu biliyoruz.
Geçinecek bir toprağı ve kendini yaşatacak bir işe malik olmayarak iktisadi zaruriyetler karşısında medari maişetlerini kurun-u vustanın mütemadi harplerinde ve iğtişaşlarında arayan böyle tafili bir sınıfın vücuda gelmesi pek tabi-iydi. Devlet Teşkilatının mahdut ve zayıf olması, hükümdarların ve ümeranın dahili ve harici düşmanlara karşı sık sık ücretli asker ve tarafdar bulmaya mecbur kalmaları, yalnız hudutlarda değil siyasi -medeni büyük merkezlerde de böyle bir zümrenin tesisini intaç etmiştir. Hicri ikinci asır sonlarında “Bağdat” da Abbasi hanedanının dahili mücadelelerinden bila istifade kuvvetlenen
3 Ve Beşinci Asrın son nısfında şehri adeta haraca keserek vergi toplayan “Ayarlar” teşkilatına pek müşebbih olarak, Maveraünnühir de de Dördüncü Asırda “Gaziler” teşkilatının mevcudiyetini ve ehemmiyeti pek kolay anlaşılır. Bunlar Maveraünnehir hududlarındaki kafirlerle yani put perest Türklerle cihad ettiklerinden dolayı dini bir unvan-ı mufaheret olan “Gazi” lakabını almışlardı. Kemiyet itibariyle ehemmiyetli oldukları cihetle teşkilatları hükümet tarafından resmen tanınmaktaydı. Bunların Reislerini müverrih “Beyhaki” “Sipahisalar Gaziyan” ünvanıyla zikr ettiği gibi, yine o devrin müverrihi “Atabi” de bunlar hakkında “Reisül Fatiyan” yani Fati” lerin – “Ehl-i Fütüvvet” ın- reisi lakabınıkullanmaktadır.Gazilerle Ehl-i Fütüvvetin revabıt samimesini gösteren bu tevafık, çok manidardır. Çünkü o devri pek iyi bilen “Atebi” nin iki muhtelif zümreyi birbirine karıştırması ihtimali asla varid olamayacağı gibi, bu revabıtın Anadoluda da uzun müddet ettiğini ve bir adamın aynı zamanda “Ahi” ve Alp” yani “Gazi” lakabını kullandığını göreceğiz. Selçukilerin devrinde bu lakabın ne kadar teammüm ettiğini “Seyyid Battal Gazi, Danişment Gazi” gibi bir çok ünvanlardan anladığımız gibi, ilk Osmanlı Hükümdarlarının bu ünvanı alması, hatta dokuzuncu ve onuncu asırlarda da muhtelif Türk sahalarında da bu mebzulen tesadüf olunması da pek manidar hadiselerdir. Gerek bu cins içtimai teşkilatlar gerek bunların birbirleriyle alaka ve rabıtaları hakkında”Osmanlı İmparatorluğunun te’sisi meselesi” namıyle Türkiyat Mecmuasında neşr edeceğimiz büyük bir tetebbuanamede etraflı tafsilat mevcuttur.Kurun-u Vusta İslam Cemaatlerinin o zamanki iktisadi ve içtimai hayat şartlarından doğan ve işsiz kaldıkları zaman anarşi ve vakitlerinde büyük merkezlerde tahkim ve tegallüp eyleyen, fütühat devirlerinde kıymetli işler gören bu zümreleri, Moğol istilasından evvel ve sonra Maverünnehir, Horasan, İran, Irak ve Anadolu sahalarında “Cevlekiyen, İyeran, Zenetra, Fetyan, veya Fütüvvetdaran” ve Selçukiler devrindede çok defa “renud” namı altında tanımak mümkündür.
İşte bütün bu izahat, bize “Ahiler” hakkında tedkikatın ne kadar vasiğ ve etraflı bir şekilde yapılması lüzümünu pekala anlatmaktadır. Bu hususda hazırlamakda olduğumuz tedkiknameyi bu nokta-i nazara intibaen vücudu getirmeye çalıştığımız için, henüz layıkıyle tamamlayamadık. Bunu itmam ve neşre muvafık olabilirsek, Türklerin din ve iktisad tarihleri daha doğrusu Kurun-u Vusta İslam- Türk Medeniyeti Tarihi biraz daha tenevvür edecektir ümidindeyiz.
Köprülüzade Mehmet Fuad
İstanbul Dar-ül Fününün da “Türk Edebiyatı Tarihi” Müderrisi
HALUK BALABAN ARŞİV.