31 Mart 2021 Çarşamba

 AYAŞLI HEKİM ŞABAN ŞİFAİ.

Dünyada Çocuk Hastalıkları ve Kadın Hastalıkları Doğum Üzerine İlk Kitap yazan Hekim.
17. yüzyılda yaşamış olan osmanlı hekimlerinden biridir. yaşadığı dönemde bir süre süleymaniye darüşşifasında başhekimlik yapmış, ardından sarayda hekimlik görevinde bulunmuştur. kaleme aldığı " tedbirü'l-mevlüd" adlı eseri doğum ve çocuk hastalıklarına dair bilgiler içermektedir. osmanlı tıbbında, doğum ve çocuk hastalıkları üzerine yazılmış olan ilk kitap olması nedeniyle önemlidir.
Doğum Yeri Ayaş Ölüm yeri Ankara 1705 .Ayaşlı Ahmet efendinin oğludur.
müderrislik ve kadılık görevlerinde bulundu. Son görevi Diyarbakır kadılığıydı. Bu kadılıktan azledildikten sonra Ankara’da Mart Ayında Vefat etmiş Ve Ankara’da defnedilmiştir.
Razî, İbn Sina, Hacı Paşa’nın yapıtlarından yararlanarak 1701’de yazdığı Tedbirü’l-Mevlûd, Türkçe tıp litaretüründe gebelik, doğum ve çocuk hastalıklarından söz eden ilk monografidir. Çok sayıda ilaç ve panzehiri ele alan Şifâiye fi’t-Tıbb adlı kitabının sonunda bunların alfabetik bir listesi vardır. Şairliğiyle de tanınan Şaban Şifâî’nin bazı şiirleri şuara tezkirelerinde yer almıştır.
Ankara Hacettepe Çocuk Hastanesi Kuruluşunda Çocuk hastalıkları polikliniğine Dr Şaban Şifai Adı verilmiş Ve Ad yaşatılmıştır.
Tedbîrü’l-mevlûdOsmanlı İmparatorluğu’nda çocuk sağlığı ve hastalıkları konusunda yazılmış ilk eserlerden birisi olan Tedbîrü’l-mevlûd1701 yılında tamamlanmıştır Şa‘bân Şifâ’î Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa ile Reisülküttap Râmî Efendi’ye ithaf ettiği bu eserini hazırlarken başta İbn Sînâ olmak üzere Râzî ve Hacı Paşa gibi İslâm coğrafyasının büyük hekimlerinin yazdıkları eserlerden yararlanmış ve eserini Türkçe yazmış Bir giriş, sekiz bölüm ve bir son kısımdan oluşan bu eserin, giriş bölümü insanların kadın ve erkek olarak ikiye ayrılması, buluğ ve evlilik, 1. bölümü cinsel ilişki ve kısırlık, 2. bölümü gebelik, 3. bölümü fetüsün oluşumu, 4. bölümü gebe için alınacak tedbirler, güç doğum ve ebelere gerekli olan şeyler, 5. bölümü çocuk doğarken ve doğduktan sonra alınacak tedbirler, 6. bölümü çocuk hastalıkları, 7. bölümü veba, 8. bölümü çocuğun terbiye edilmesi, buluğdan önce ve sonra çocuk hakkında olup, son kısmında ise insanın ömrü ile olağan ölümden bahsedilmektedir . Kâhya ve Erdemir tarafından ayrıntılı bir embriyoloji ve pediatri kitabı olarak nitelendirilen Tedbîrü’l-mevlûd’un altıncı bölüm baş hastalıkları ile başlamaktadır ve yazımızın konusunu oluşturan “izamü’r-re’s [kafa büyüklüğü]” ve “el-mâ’ fî dâhili’l-kıhfi ve hâricihi [kafatasının içindeki ve dışındaki su]” adlı makrosefali ve hidrosefali ile ilgili iki bölüm de baş hastalıkları içerisinde bulunmaktadır
Tedbîrü’l-mevlûd’un İstanbul Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, Mihrişah Sultan Koleksiyonu, No: 344’de bulunan ve yazarın eliyle yazılmış olan nüshasının Ankara Milli Kütüphane’de bulunan Mf 1994 A 3887’de bulunan mikrofilmi ile Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi, No: 36106’da bulunan nüshası (Şekil 2) incelenmiştir. Adı geçen bölümlerin Türkçe abeceye çevri yazıları yapılmış, günümüz Türkçesine aktarılarak yazının bulgular kısmında sunulmuştur. Metinde geçen terimler ve bitki/ilaç isimleri ilk halleriyle bırakılmış, Türkçe ve Latince karşılıkları dipnotlarda verilmiştir
RUHU ŞAD MAKAMI CENNET OLA Ruhuna Fatiha Dileklerimle.
HALUK BALABAN Arşiv.
KAYNAK: Mehmed Süreyya / Sicill-i Osmanî (c. III, s. 150), İhsan Işık / Diyarbakır Ansiklopedisi (2013) - Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2015). Türk Nöroşir Derg 2015, Cilt: 25, Sayı: 1, 9-15 İslam Ansiklopedisi.

19 Mart 2021 Cuma

OSMANLININ İMF si.....!
Memalik-i Şahane Duhanları Müşterekül Menfaa Reji Şirketi veya kısaca "Reji",
AYINGA ( Tütün ) KAÇAKÇILIĞI.
Osmanlı Devleti, Düyun-u Umumiye ve üç bankacılık grubu
Kırım Savaşı’yla başlayan iç ve dış borçlanma sürecinin sonucunda Osmanlı Hükûmeti borçlarını zamanında ödeyemeyecegini açıklayınca (1875) Alacaklı devletler Osmanlıya büyük tepki gösterdi ve Osmanlının ödeme planını kabul etmedi.. Osmanlı maliye sistemine de güvenmeyen alacaklılar Ülkede toplanan vergileri kendi kurdukları bir teşkilat Duyunu Umumiye vasıtasıyla toplamak istediler Artık vergileri Osmanlı memurları değil Alacaklı ülkelerin kurduğu şirketin Reji memurları toplayacaktı. Bunun neticesinde Osmanlı Devleti'nin en önemli gelir kaynagı Tütün ,Tuz ve Kahveden toplanan vergiler Alacaklı ülkelerin kurduğu şirkete Reji şirketine 30 yıl süreyle bırakıldı.Reji İdaresi kendi memur ve silahlı kolcuları vasıtasıyla vergi toplamaya başladı ve toplanan bu vergiler Osmanlının borcundan düşülmeye başlandı..( Cumhuriyet Türkiyesinde İMF ye muhtaç olan Yurdumuz Osmanlı zamanında da O devrin İMF si REJİ idaresinde yarım asır perişan olmuş yarım kilo kendi türünü için binlerce Türk Köylüsü Reji Kolluk kuvvetlerince hunharca katledilmiştir Selanikten Halebe Kadar.Halkın çektiği Türkülere konu olmuştur.
Osmanlı Üreticisi ürettiği tüm tütün,tuz ve alkol'ü Rejinin belirlediği fiattan Reji idaresine vermek zorundaydı. Köylü Rejiden izinsiz kendi içecegi tütünü dahi saklayamazdı..Köylü kendi içecegi tütünü önce Rejiye 3 kuruşa verir sonra 10 kuruşa geri alırdı.. Bir köyden başka bir köye izinsiz tütün ve tuz taşımanın cezası çok ağırdı.Rejinin kendi silahlı korucuları ve bunların VUR yetkisi vardı. Bazı kaynaklar Reji kolcularının 20.000 nin üzerinde Osmanlı köylüsünü vurarak öldürdüğünü yazarlar.
İlk Reji Şirketi sözleşmesinin süresi 30 yıldır. Sözleşmeye göre şirketle ilgili olarak ortaya çıkacak adli ve ticari sorunların çözümünde Osmanlı Mahkemeleri yetkili kılınmıştır.
Tütün üreticilerinin Reji'den ruhsat alması, ve ürünlerini yalnızca Reji'ye satması şart koşulur.[3] Başka alıcı bulamayan üretici, tütünü değerinden çok ucuza satmak zorunda kalır. Kaçak üretim ve satış yaygınlaşır. Kaçakçılık sorunu ile devletin kendi güvenlik güçlerinin uğraşması gerekirken, Rejinin kendi bünyesinde geliştirdiği silahlı "kolcu"larla denetim yaparak üreticiye eziyet ettiği bilinir. 42 yıl süren Reji İdaresi boyunca kaçakçı, kolcu ve zabıtadan ölenlerinin sayısının 20 bin kadar olduğu ileri sürülür.Karaşar Zeybeği. Höyüklünün edirafı Köşk olsun. olsun. Yağcıoğlu Ağıdı, Kolcu Başı zeybeği ( Vara vara vardık Bağa ) Çökertme zeybeği bu hikâyelerden birini anlatmaktadır. Ankaranın Ünlü seymenlerde AYINGA = tütün Kaçakçılığı ile uğraşmış Reji idaresinin Kolcuları ile silahlı çarpışmalar yapmışlar Yukardaki Türkülerde bu olaylardan esinlenerek yakılmıştır.
1911 yılında Reji Şirketi’nin kaldırılması ve 7 yıl süre ile bir “Devlet İnhisarı"'nın kurulması kararlaştırılır ve 1912 yılında bir “Tütün Tekeli” kanun tasarısı hazırlanır. Ancak Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşları'nın başlaması ile ve bunun yarattığı mali zorluklar nedeni ile Reji İdaresinin Osmanlı Devletine 1 milyon 500 bin Osmanlı Lirası borç vermesi koşulu ile şirket ayrıcalıkları 1914'ten başlayarak 15 yıl daha uzatılır.
26 Şubat 1925'te Tütün Rejisi lağvedildi. 1 Mart 1925'te Tütün Rejisi Fransızlardan devletçe satın alındı ve tüm hak ve yükümlülükleri devlete devredildi. 26.11.1925 tarih ve 558 sayılı Tütün İdare-i Murakatesi ve Sigara Kağıdı İnhisarı Hakkında Kanun yürürlüğe girdi. 1930 yılında, 1701 sayılı Tütün İnhisarı Kanunu çıkarıldı.
Ankara Ulusta Merkez Bankasının Bulunduğu yerde Reci İdaresinin Merkezi Ve Tuz nazırlığı mevcuttu.
Büyük Atatürk Bu binayı yıktırarak Milli devlet Türkiye Cumhuriyetin Bağımsızlık sembolü Merkez Bankasını Buraya İnşa ettirerek Tüm Dünyaya Bir mesaj Verdi.Osmanlının tüm Borcunu tek kuruşuna kadar ödedi.
Atatürk’e Orman Çiftliğinde Köylünün arpasını değerlendirmek için Kurduğu Bira fabrikasına Kızıp yıkarlarken Abdülhamit hanın İstanbul da birkaç çeşit marka Rakı üreten Fabrika Kurduğunu o devirde Halka açık Meyhane sayısının Çok fazla olduğunu bilmeleri de gerekir.
HALUK BALABAN.

18 Mart 2021 Perşembe

 ANKARA - KURTULUŞ

ÖN CEBECI MAHALLESI, NÂM-I DIĞER KURTULUŞ SEMTI
Kurtuluş, Cumhuriyet sonrası dönem Ankara’sının en karakteristik semtlerindendir. Semtin, Ankara kent kimliğinin oluşumuna temel katkısı, şüphesiz, barındırdığı köklü eğitim kurumları ve kamu yapılarından ileri gelir. Buna ilaveten, burayı cazip kılan diğer bir husus, kent içi ana ulaşım akslarının kesiştiği noktada yer alıyor olmasından kaynaklanır. Bunlardan Hamamönü-Cebeci yol bağlantısı, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden beri mevcuttu. Havuzbaşı (Kızılay Meydanı)-Cebeci yolunun yapımına ise, 1927 yılında başlandı. Bu çalışma, günümüzdeki Ziya Gökalp Bulvarı’nın nüvesini oluşturdu. Yolun yarattığı ulaşılabilirlik sayesinde, daha sonraki yıllarda caddenin güneyinde, sırtlara doğru yayılan bir yerleşim alanı oluştu. Söz konusu alan, o zamanlar, Cebeci nahiyesi mülkî sınırları içinde yer alıyor ve resmî söylemde “Ön Cebeci Mahallesi” olarak isimlendiriliyordu. ‘50’lerden sonra, bugünkü isminin kullanımı yaygınlaştı. Kurtuluş semti, adını Kurtuluş Savaşımızdan alır. Yenişehir, Cebeci ve Ulus’a yakınlığı, daha ziyade, orta gelir grubuna giren kamu görevlisi ve esnaf ailelerinden oluşan bir sakin profili yaratmıştır. Semt sakinlerinin ekonomik ve sosyal durumu, huzur ve asayiş açısından güvenilir bir ortam doğurmuştur. Semtin omurgasını, “Kıbrıs Caddesi” oluşturur. Daha önceleri, adı “Misafir Sokak” olan bu caddenin isim değişikliği, 1964 yılında Kıbrıs’ta meydana gelen çatışmalar sonrasında gerçekleşti. Celâl Bayar meydanından, Kıbrıs Caddesi’ne girişte, sağ tarafta, bugün “Tevfik İleri İlköğretim Okulu” ismini taşımakta olup, 1946 yılında öğretime başlayan “Kurtuluş İlkokulu” yer alırdı. İlkokulun, Yenişehir istikametinde komşusu olan ve Ziya Gökalp Caddesi üzerinde yer alan geniş arsa, semt gençlerinin futbol sahasıydı. Bu arsa üzerinde, günümüzde Özelleştirme İdaresi Başkanlığı bulunmaktadır. Yine Kıbrıs Caddesi’ne dönecek olursak; Caddenin sol tarafında, ana binası 1934 yılında yapılmış olan “Kurtuluş Lisesi” yer almaktadır. Kurtuluş Lisesi, önce “Birinci Ortaokul” sonra “Kurtuluş Ortaokulu” olarak faaliyete geçmiş, 1954 yılında da Liseye dönüşmüştür. Ortaokulla lise, 1970 yılında ayrılmıştır. Kurtuluş semtinin, karakteristik başka mekânları da mevcuttu. Bunlardan, Kıbrıs Caddesi üzerindeki 3 no.’lu binada faaliyet gösteren Niğde Öğrenci Yurdu ile Aydoğmuş Sokak’ta yer alan Konya Öğrenci Yurdu, bir dönemin siyaseten hareketli ortamına sahne olmuşlardır. Niğde Öğrenci Yurdu’nun karşısında, bugün üzerinde Kredi ve Yurtlar Kurumu’na ait bir binanın olduğu arsa, kömür deposuydu. Kıbrıs Caddesi ile Cevher Sokağın kesiştiği köşedeki apartmanın zemin katında, 12/D no.’da “İnci Pastahanesi” yer alırdı. İnci, ürünlerinde kaliteye özen gösteren bir pastaneydi. Onun, yaklaşık 100 m. ilerisinde, Kıbrıs Caddesiyle Samur Sokağın kesişme noktasında, sol başta bir kalaycı kulübesi vardı. Kalaycının mazide kalmasına karşın, yeri hâlen “Kalaycı Durağı” olarak anılır. Semt sakinlerinin ayakkabılarının tamir, pençe ve demir işleri ise, Samur Sokak’ta ayakkabı tamirciliği yapan Bekir Cindoruk ustanın elinden geçerdi. Bir kez daha Kıbrıs Caddesi’ne dönecek olursak; Semtin taksi durakları, Dedeefendi Sokağının, Kıbrıs Caddesi ve İmrahor Caddesi çıkışlarında yer alırdı. Dedeefendi’nin biraz üzerindeki “Madenoğlu Durağı” ise, adını o civarda ev ve işyeri bulunan Maden soyadlı bir vatandaşımızdan almaktadır. Trafiğin seyrek olduğu ‘60’lı yıllarda, semtin çocukları kış aylarında caddeyi, Dedeefendi Sokağı hizasından, Kurtuluş Lisesi bahçe kapısına kadar uzanan bir kızak pisti olarak değerlendirirdi. Aynı güzergâh, çocuklar tarafından, rulmanları, Hacettepe’deki hurdacılardan temin edilerek yapılan tornetleri, yaz aylarında sürmek için kullanılırdı. Semtin en lezzetli ekmekleri, Kurtuluş Lisesi arkasındaki Uğurlu Sokak 12 no.’da faaliyet gösteren “Kurtuluş Ekmek Fabrikası ve Fırını” tarafından üretilirdi. Bu fırın, 1940’larda da mevcut olan, köklü bir işletmedir. Yine Uğurlu Sokak ile Ozanlar Sokağın kesiştiği köşede 16 no.’da yer alan “Kurtuluş Pazarı Bakkaliyesi” de ürün kalitesi ve zenginliği ile dikkati çeken bir şarküteriydi. Ozanlar Sokak’taki kıraathaneler, ‘60’lı yıllarda okulu astığımız günlerde, langırt oynamaya gittiğimiz mekânlardı. Kurtuluş’un eski ve muteber kasaplarından birisi de Boncuk Sokak 12 no.’da faaliyet gösteren “Uyanık Kasabı” Ali Uyanık’tı. Aynı sokağın biraz daha aşağısında, bugün “Polis Merkezi”nin bulunduğu çok katlı binanın yerinde, tek katlı bir binada “Cebeci Polis Karakolu” hizmet verirdi. Polis Karakolu’nun hemen yanında, Boncuk Sokak’la Servi Sokağın kesiştiği köşede, semtin tek camii olan Kurtuluş Abdülhadi Camii, ‘50’li yıllardan beri ibadete açıktır. Servi Sokak’ta, Kurtuluş’un önemli sosyal mekânlarından birisi olan “Konak Sineması” faaliyet gösterirdi. Bu sinema, ‘60’lı yılların ilk yarısında açılmış olup, gerçek anlamda bir mahalle sinemasıydı. Genellikle Yeşilçam filmleri oynatan sinemanın müşterileri, ağırlıklı olarak semtin hanımlarıydı. Çarşamba ve Cumartesi günleri, indirimli matineleri olurdu. Aileler çoğu kez çocuklarını, bebeklerini de getirirdi. Bazen, ağlayan bebek susmazsa, salonun derinliklerinden bir bağırtı duyulurdu: “Emzir hanım, emzir!” Bir dönemin ünlü komedi sanatçısı Muammer Karaca’nın tiyatro topluluğu da, Ankara turnelerindeki oyunlarını, Konak Sineması’nda sahnelerdi. Onun en bilinen oyunu “Cibali Karakolu”nu ve diğer gösterilerini orada izleme imkânı bulmuştuk. Büyük bir sanatçıydı, Allah rahmet eylesin. Sonraki dönemlerde gelişen ekonomik şartlar karşısında, Konak Sineması da daha fazla direnemedi, faaliyetini sona erdirdi. Yerine çiçek pazarı açıldı. Konak Sineması’nın yanındaki apartmanın altında, pek çoğumuzun objektifi karşısında poz verdiği, Semtin önde gelen fotoğraf stüdyolarından “Foto Necati” yer alırdı. Sinema’nın karşısındaki imar adasında, Ankara’nın ‘60’lı yıllardaki ender toplu konut projelerinden olan OYAK evleri ve Emlâk Kredi Bankası kredisiyle yapılan çok katlı konutlar, bugün de varlıklarını sürdürüyor. Kurtuluş’un bir diğer sineması da, Cemal Gürsel Caddesi ile Erdem Sokağın kesiştiği köşe başındaki “Site Sineması”ydı. ‘70’li yıllarda popüler olan karateli, “vurdulu kırdılı” Uzakdoğu filmleri oynatan bir sinemaydı, kapandı. Binası şimdilerde, çeşitli işyerlerinin yer aldığı bir kompleks olarak, yeni işlevini devam ettiriyor.
Semtin yaşamında önem taşıyan bazı mekânlardan söz ederken, Kurtuluş Parkı’na değinmemek, mümkün değildir. Park’ın yeri, Osmanlı döneminde kısmen halî arazidir. Arazinin, Cumhuriyet ilk dönemlerindeki malikleri, Sadiye Arısoy ve eski valilerden Ekrem Engür’dür. Ankara Muhasebe-i Hususiyesi, 1931 yılında adı geçen şahısların arazilerini, mülkiyeti İl Özel İdaresi’ne, tahsisi Ziraat Müdürlüğü’ne ait bir fidanlık tesis etmek üzere, metrekaresi yirmi beş kuruştan kamulaştırır. Söz konusu fidanlığın alanı, günümüzdeki Kurtuluş Parkı’nı kapsadığı gibi, o günkü Kâzım Özalp, bugünkü Ziya Gökalp Caddesi ile güneyinde yer alan Servi Sokak arasındaki araziyi de kapsıyordu.
Fidanlığın, Ankara Koleji ile arasından, İncesu Deresi geçerdi. Dere, kolej kavşağından Sıhhiye yönüne akarken, 20-25 m.’lik bir bölümde 2-3 m.’lik bir derinliğe ulaşırdı. Bu bölüm, başta Hacettepe olmak üzere çevredeki semtlerin çocukları için, yaz aylarında adeta bir yüzme havuzu işlevi görürdü. Yenişehir pazarı da Çarşamba ve Cumartesi günleri, İncesu Deresi yanında kurulurdu. Fidanlığın, Ankara Koleji’ne komşu bölümündeki sık ıhlamur ağaçlarının yoğun kokusu, insanların başını döndürürdü. ‘50’li yılların ikinci yarısında, Ankara valileri Kemal Aygün ve Dilaver Argun, aslî görevleriyle birlikte, belediye başkanlığını da yürüttüler. Adı geçen valiler döneminde, Ankara Belediyesi’nin de fidanlığa katkıları oldu. Fidanlığın, 110.000 m2 ‘lik bir parka dönüşmesi, 1961-63 yılları arasında gerçekleşti. Kurtuluş Parkı 1963 yılında kent halkının yararlanmasına açıldı. Park’ta ‘60’ların ikinci yarısında, ABD’nin, atomdan yararlanma yöntemlerini tanıttığı ve içinde minyatür bir reaktör modelinin de yer aldığı devasa bir şişme çadırın, “Atom Çadırı” adıyla, aylarca ziyarete açık kaldığını, yaşı müsait olan Ankaralılar hatırlamaktadır. Kurtuluş Parkı, bizler için okuldan kaçamak yaptığımız, gençlik heyecanlarını yaşadığımız, ‘70’li, ‘80’li yıllarda, çocuklarımıza nefes aldırdığımız unutulmaz bir yaşam alanı olmuştur. Semtte, sabit ticari işletmelerin yanı sıra, seyyar satıcılar da faaliyet gösterirdi. Dazlak kafası, pala bıyıkları, aba kumaştan poturu, rengârenk macunlarla dolu, konik kapaklı tablası ve kendine has hareketleriyle Arnavut macuncu; önceleri omuz askısına astığı, daha sonraları el arabasına yüklediği yoğurt tavalarıyla yoğurtçu Hacı Ali Irmak; Kavacık, İnci memba sularının, mutfaklardaki küplere vızır vızır damacana suyu taşıyan kamyon sürücüleri; bıktırırcasına çaldıkları tanıtım cıngıllarıyla tüp gaz kamyonetleri; başındaki tablayı simitle tepeleme dolduran simitçiler; bileyiciler, kalaycılar, naylon leğen ve mandalcılar, ayı oynatıcıları ve bunların çoğunun arkasından koşuşan mahalle çocukları, sokakların vazgeçilmez renkleriydi. Kurtuluş, ‘50’li, ‘60’lı, ‘70’li yıllarda 2-3 katlı, bahçeli evleriyle, aynı sokakta oturan herkesin, en azından simaen birbirini tanıdığı bir semt iken, ‘80’li yılların başından itibaren, yoğun bir yapılaşmaya maruz kaldı. Sonraki yıllarda, sakinlerinin bir kısmı, yeni oluşan semtlerdeki güvenlikli sitelere taşındı. Yerlerini, civardaki fakülte ve yüksekokullarda öğrenim gören öğrenciler ve yakın semtlerdeki hastanelerde çalışan sağlık personeli ağırlıklı bir sakin profili aldı. Böylece Kurtuluş da, zamanın getirdiği değişim rüzgârından nasibini almış oldu.
Kaynak : Kurtuluş Liseliler sayfasından.
Not : Kurtuluş Parkının altından İdris dağından gelen yer altı nehri mevcuttur.Hacettepenin Ünlü Erzurum Çeşmesi ( Çukur çeşme ) bu yer altı suyun dan istifade etmekte idi bu tarihi çeşme Dumlupınar caddesi düzenlenmesi sırasında kaldırılmıştır.
Ankaranın susuz kaldığı yıllarda Kurtuluş Parkı girişinde Kurtuluş lisesine bakan yönünde İdris dağın dan gelen yer altı nehrinden artezyen kuyusundan Binlerce tanker buradan su çekerek Ankaranın Büyük bir ihtiyacını karşılamıştır.
Ankara cebeci Tren İstasyonunun kod alçaltılması yüzünden Elmadağ dan gelen Tarihi Su kanalı kapanmış bir kısım sular dere olarak kurtuluş Tren istasyonu yanından Tren köprüsü altından Bu günkü İtfaiye binası ve sheel petrol istasyonundan sihhiye civarında İncesu deresine akmakta iken üzeri kapatılıp atık su kanalı gibi kullanılmıştır.
Kurtuluş Lisesinin güllerle dolu ünlü ön Bahçesi Meydan düzenlemesi sırasında çok büyük Bir kısma Meydana dahil edilmiş Elmadağ dan lise Bahçesine gelen ünlü Kehliz pınarı suyu da kesilmiştir.
Kurtuluş semtinin adı İstiklal savaşı sırasında Yunan esirlerine Yeniden Yaptırılan Tek Gözlü Taştan Tren Köprüsünün bitiminde özgürlüklerinin verileceği sözü ve Onlarından Kurtuluş Kurtuluş nidalarının sonunda meydana ve tren istasyonuna zaferin simgesi olarak verildiği bilinmektedir.
HALUK BALABAN.
Bir gökyüzü görseli olabilir

14 Mart 2021 Pazar

 ANKARA KULÜBÜ BAŞKANLARINDAN SAMİ BAĞLUMUN AKRABASI KEMAL BAĞLUMUN araştırma Makalesinden ve diğer Kaynaklardan.

ANKARA'DA ERMENİ ÇETELERİ VE 1919 EYLÜLÜ...
(Atatürk'ün Samsun'a çıktığı tarihlerdeki sonraki süreç)
İngiliz birliklerinin 1919 yılı başlarında Ankara'ya gelmesiyle, diğer illerde bulunan Ermeniler ile Osmanlı hudutlarının dışından Anadolu’ya sızan çetelerin büyük bir bölümü Ankara gelmeye başlar. Böylece Doğu'daki Ermeni katliamı bu kez Ankara'nın ilçelerinde görülür.
İlk Ermeni katliamı haberi Keskin'den gelir.
Ancak bu çeteleri Ankara'da durduracak bir güç bulunmadığından, ayrıca İngilizler de, bu işe karışmadıklarını tutumları ile belli ettikten sonra, Ankara'da küçük bir koloni halinde yaşayan Ermeni azınlığı taşkınlıklara başlar.
İngiliz işgal kuvvetleri de bunlara yardımcı olur.
İngilizlerin Ankara'daki ilk uygulamaları, zorla göçü gerçekleştiren veya bu göç olayına alet olan tanınmış Türk aile reislerinin yargılanması için bir mahkeme kurmaları şeklinde olur.
Mahkeme üyelerinin çoğunluğunu da Ermeniler oluşturur.
Türklerin yargılanmaları, ne olduğu belirsiz mahkemelerde yapılmaya başlanır. Mahkeme, yargılanan Türklerin bir bölümünü cezaevine kapatırken, bir kısmını da işgal kuvvetleri mahkemelerine gönderir. Ankara'dan İstanbul'a nakletme işlemi de İngilizler tarafından yapılır.
1919 yılı Ankaralılar için büyük bir kabus yılı olur.
Katliam korkusundan kimse evinden dışarı çıkamaz olur.
Ermeni terör ve baskısı Ankara halkını şaşkına çevirir.
Dünkü dost Ermeniler, bugün başlarına bela kesilir. Bununla beraber, Ankara'da İngiliz işgal kuvvetleri ile Ermeni çetelerinin oyununa gelmeyen büyük bir Ermeni grubu da vardır.
Çetelere karşı olan bu Ermeniler de korku içindedirler.
Çünkü, onlar da, Ermeni çetelerinin şerrinden korkuyor, istediklerini yapmadıkları takdirde başlarına neyin geleceğini çok iyi biliyorlardı. Bu duruma rağmen, mümkün olduğunca olayların dışında kalmaya özen gösteriyorlardı.
Ermeniler Ankara'yı ele geçirecek ve devlet kuracaklar, bu devleti de ilk tanıyan İngilizler olacaktır.
Bunu Yunanistan, Fransa ve Amerika izleyecektir. Böylece, yüzyıldan beri süren Ermeni davası da kökünden halledilecektir.
Özellikle Ankara'daki bazı zengin Ermeniler, katolik Ermenilerin oluşturduğu çetelerle işbirliği kurar.
Ankara'daki Yirminci Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa da 1919 yılının Ağustos ayı sonlarına doğru görevinden alındığından, Ankara adeta başsız kalır ve Ermeniler Ankara'yı talana başlar.
Malını vermeyenler ise, canından olur. Ankara'nın zenginlerinden Alişan Bey ve ailesi Ermeni çeteleri tarafından çiftliğinde hunharca öldürülür.
Ankara için özel bir katliam planı hazırlanır.!!!
Bu plana göre; Ankara’daki Müslüman Türklerin yediden yetmiş-yediye her erkeği Bayram namazı kılar.
Kurban Bayramı da yakındır. Şehirdeki bütün cami ve mescitler Bayram namazı kılınırken dinamitlenecek, böylelikle şehirde Müslüman erkek nüfus kalmayacak ve şehre Ermeniler hakim olacaktır. Bu planın uygulanması için İngilizlerin izni alınır.
Plan Kurban Bayramından önce uygulamaya konulur.
1919 senesi Kurban Bayramını Ermeniler kana bulayacaktır.
O günleri yaşayan Halime Çampınar, Ermeni katliamı girişimini şöyle anlatır:
"Ben Hacı Doğan Mahallesinde bulunan Mescidin hemen yanında otururdum. Mescit'in tam karşısında da bir çeşme vardı.
Erkeğimiz henüz Ankara'ya gelmediğinden, kızım ve torunumla iki katlı bir evde otururduk. Mahallemizde bir sürü de Ermeni yaşardı.
Çoğu ile çocukluktan beri arkadaştık. Bir çoğunun doğumlarını bile bilirim. Dostluklarımız o kadar kavi (sağlam) idi ki, büyüdüğümüzde de birbirimizi ziyaret eder, yardımcı olur giderdik.
Bizim çocuklarımız da aynı şekilde büyüdüler. Onların bayramlarında biz onları ziyarete gider, Ermeni arkadaşlarımız da bizim bayramlarımızda bizi ziyarete gelirlerdi.
Hatta ezan okunurken bile derlenip toparlanırlardı.
Çocuklar kendi aralarında kavga etseler bile, birbirimize gönül koymaz "çocuk değil mi bugün dövüşür yarın yine oynarlar" derdik.
Bu durum Harbi Umumiye kadar sürdü. Savaş bitip de, Ankara İngiliz ve Fransız askerleri tarafından işgal edilince, çoğu Ermeni dostlarımızın bize karşı bir tutum içine girdiklerini gördük.
Hatta evimizin kapısını bile çalmaz oldular.
Önceleri buna bir mana veremedik. Aradan bir süre geçince, kapımızın önündeki çeşmeden su alamaz duruma geldik.
Taki Dudu isimli bir ermeni komşumuz vardı.
Çocukluktan beri kendisi ile arkadaştık. Gece el ayak çekildikten sonra kapımızı çalar ve çeşmeden bize su taşırdı.
Ardından da şu tembihatta bulunurdu:
- "Sakın ola ki, dışarı çıkmayın, Ben sizin suyunuzu taşırım. Benim su getirdiğimi de kimseye söylemeyin.
Dışarıdan Ermeni eşkıyaları kol geziyor. Türk, Ermeni demeden durmadan adam öldürüyorlar" Taki Dudu'nun her seferinde, su getirdiğini kimseye söylemememizi sıkı sıkı tembih ettiğini, hiçbir zaman unutamam. Çünkü, çeşme benim kapımdan sadece 20 metre ırakta idi. Taki Dudu bir de kapılarımızın sağlamca kapatılmasını da öğütlerdi. Evimizin etrafı yüksek duvarla çevrili olduğundan, hayata (avluya) dış kapıdan girilirdi. Kapının arkasında bir de kol demiri vardı. Biz kol demirini kapının arkasına yerleştirdikten maada, evde ne kadar ağır eşya varsa onu da dayardık. Böylece emniyetimizi sağlardık. Başımızda erkek olmadığından, ne olup bittiğini öğrenmek için, birbirine bitişik damlardan atlayarak yaşlı erkeği bulunan evlere gece ziyareti yapardık.
Bir gün Mescit'in imamı Osman Hoca şu haberi getirdi:
- Ankara'daki Ermenilerin reisi durumunda bulunan Hamparsun Efendi İstanbul'daki bir dostuna altın baston göndermek istemiş.
Bunun için postahaneye gitmiş, evrakı düzenlenmiş, nakliye parasını ödemiş.
Tesadüf bu ya, postahanedeki bir memur İstanbul'a gönderilecek bastonu çok hafif bulmuş. Arkadaşlarının itirazına rağmen, memur efendi bastonu dizine dayayıp büküvermiş. Bastonun bükülmesi ile kırılması bir olmuş. Meğer baston kamıştan yapılmış.
Altın suyuna batırılan baston da altın rengini almış. İçi boş olan kamış bastondan bir de name çıkmış. Namede, (mektup) Kurban Bayramı namazına katılan genç, ihtiyar, erkeklerin camilerde nasıl öldürüleceği yazılı imiş. Namede, hazırlanan plandan İngilizlerin de haberi olduğu yazılıymış.
Altın bastonun içinden çıkan namede ayrıca, katliamda kullanılacak silahların Tahtakale'deki (Ulustaki hal binasının bulunduğu yer) İbadullah Camii'nin hemen yanında bulunan Sulu Han Sokaktaki Alişan Bey’in (Ermeniler tarafından çiftliğinde katledilen aile) konağının bodrumuna depoladıklarını da yazmışlar.
Postahane memurları durumu zaptiyeye ve valiliğe bildirmişler"
Hepimiz şaşırıp kalmıştık. Nerede ise bayram geliyordu.
Acaba bu söylenenler doğru mu idi? Doğru olmasa koskoca Osman Hoca tutup da bize yalan söyleyecek değildi ya...
Hepimizi bir korkudur almıştı. Bir gece yine Taki Dudu bize su getirmişti. Duyduklarımı ona sordum.
Taki Dudu:
- "Aman Halime kadın hepimizin başı dertte. Kimse ne olacağını bilmiyor. Bizim Papaz efendi de bize sıkı sıkı tembihatta bulundu dışarı çıkmayın diye" dedi.
Bu sırada Ankara'da Ali Fuat Paşa'nın adamları vardı.
Bütün güvencemiz onda idi. Belki onun adamları, belki de Topal Osman'ın adamları idi pek bilmiyorum. Gazi Paşa Ankara'ya gelmeden onlar Ankara'yı basmışlardı. Gece sokaklarda atlarıyla gezmeye başladılar. Önce kim olduklarını anlayamadık.
Konuşmalarını dinledik. Türkçe konuştuklarından kol gezenlerin bizlerden olduğunu anladık. Bunların hepsi birkaç gün içinde oluyordu. Kol gezenler durumdan haberdar olmuş olacaklar ki, Alişan Bey’in Suluhan Sokaktaki konağını bastılar, Alişan Bey’in konağı bize çok yakın olduğundan bütün mahalle seyre gitmiştik.
Dar sokak ana baba günü idi. Siyah elbise giymiş tüfekli adamlar bodrumdan çıkarttıkları silahları meydana yığdılar. Bodrumdan çıkartılan silahlar arasında tüfek, tabanca ve kılıçlar vardı.
Bunu benim gibi orada bulunanlar da gördüler. Osman Hocanın bize söylediği doğru imiş. O bayram kimse korkudan bayram namazı için camiye gitmedi. Sonradan işittik ki, Hamparsun efendi İstanbul'a kaçmış. İşin garip yanı, mahallemizde oturan Ermenilerden birkaçı hariç, hiçbiri zarar görmedi. Tabakhane (Bendderesi) ve Hisar semtinde oturan Ermenilerin çoğu toparlanıp götürüldü.
Bu olaydan sonra Mescidin karşısında oturan Taki Dudu bir gün bana ağlaya ağlaya şunları anlattı:
- "Halime kadın, Ermeni çetelerinden sadece siz mi zarar gördünüz," Çeteler bizim gençlerimizi de alıp götürüyorlardı da, kimsenin haberi olmuyordu. Gitmeyenleri de kurşuna diziyorlardı.
Çocuklarımızı bu beladan kurtarmak için, akla gelmedik tedbirlere başvurduk. Helaların kuburunu iki üç kişinin sığacağı kadar genişçe ve derinliğine kazdık. Bunun üzerine de, hela tahtalarını yerleştirdik. Çocuklarımızı gündüzleri bu çukurlara indiriyor, geceleri de çıkartıyorduk. Çeteler evimize gelip de, çocuklarımızı sorduğu vakit, "onlar Ankara'dan ayrıldılar, isterseniz gelin bakın" diye evimize davet ederek aramalarını kolaylaştırıyorduk.
Ama hiçbirinin aklına hela çukuru gelmiyordu. Ermeni çetelerinin emirlerine karşı çıkan yüzlerce Ermeni genci öldürüldü. Kimse de korkusundan sesini çıkartamadı. Ses çıkarsan bile kime haber anlatacaksın? Bizim papaz efendi, başımıza bir felaket geleceğini söyleyip duruyordu da, biz önceleri pek aldırmıyorduk. İş başa gelince karşılığını canımızla ödedik. Allah sizi de bizi de korusun"
Taki Dudu ise o günleri daha sonra şöyle anlatır:
"O yıllar bir daha geri dönmesin. Çektiğimizi bir Allah bir de bizler biliriz. Harp bitmişti. Ama, hiç birimiz zarar görmemiştik.
Zarar gören daha ziyade Müslümanlardı. Biz de komşu hatırı, erkeği harpte bulunanlara, dul kalanlara elimizden geldiğince yardım ediyorduk. Bir gün mahallenin papazı haber getirdi.
Dışarıdan gelen Ermeni çeteleri Ankara'yı basacakmış.
İçimizde bulunan bazı zengin Ermeniler de bunlara arka çıkıyormuş. Ankara'da bir Ermeni devleti kuracaklarmış.
Başarabilirlerse başlarına da kendileri geçeceklermiş. Bu söylentiler cemaat arasında yayıldı. Hepimiz korku içinde idik. Benim de iki oğlum vardı. Her ikisi de içerdeydi. Kulağımıza gelen söylentilere göre, çeteler Ermeni gençlerini çeteye katılmaları için alıp götürüyorlarmış. Bizim gibi, diğer Ermeni komşularımız helaların pislik çukurunu iki üç adamın sığacağı kadar kazarak, bu çukurlara çocuklarımızı gündüzleri sokuyor, geceleri çıkarıyorduk. Kazdığımız hela çukurlarının ağzını da hela tahtası ile kapatıyorduk. Bize karşı olan Ermeniler ihbar etmiş olmalı ki, çeteler zaman zaman evimizi basarak arama yaparlardı. Sıkıştırdıkları zaman da, "çocuklarımız Ankara dışına gittiler" derdik.
Bizim gibi hareket etmeyen bir çok ailenin gençleri zorla çeteye sokuldu. Girmeyenler de çeteler tarafından öldürüldü.
Bir zamanlar Moskofların kışkırtmasına inanıldığından başımıza gelmedik felaket kalmamıştı. Şimdi de başımıza İngilizler çıkmıştı.
Ankara'da Ermenilerin bir katliam hareketinde bulundukları doğru.
Önceden biz de işitmiştik. Papaz Efendi, yakında başımıza taş yağacak demişti. Ne olduğunu sorduğumuzda da, çetelerin Ankara'yı basarak şehri ele geçireceklerini söylemişti.
Biz buna pek ihtimal vermedik. Çünkü olacak şey değildi, Aradan zaman geçip de, bizim mahalleden de bazılarının alınıp götürüldüğünü görünce ve Alişan Beyin konağının bodrumundan silahlar çıkınca, söylentilere bizler de inandık. Mustafa Kemal Paşa Ankara'ya geldikten sonra dirliğimiz eskisi gibi oldu. Bir daha da kimse bizi rahatsız etmedi"
Ankara'daki Ermeni katliamı girişimi Ahmet Hızal ise şöyle anlatır: "Baston olayını hatırlıyorum. Ama, çocuğu Ermeni çetesi tarafından öldürülen bir Ermeni'nin ihbarda bulunduğunu çok iyi biliyorum. Ben o zamanlar 19-20 yaşlarında idim. İmalatı Harbiye'de ustabaşı olarak çalışıyordum.
Canı yanan Ermeni, Kurban Bayramı namazı sırasında Ankara'ya doluşan Ermeni çetelerin Ankara'daki bütün camilerin temeline dinamit yerleştirdiklerini namaz sırasında patlatılacağını söylemiş.
Bunun üzerine, camiler arandı. Gerçekten bizim oturduğumuz evin karşısında Hacettepe Camii vardı. Aramalar sırasında ben de orada idim. Bizim caminin temelinden 8-10 kalıp dinamit lokumu çıkartıldı. Bu yüzden o yıl hiç kimse bayram namazına gitmedi.
Bayram ziyareti için diğer mahallelerdeki akraba ve ahbaplarımıza gittiğimizde, onların da aynı nedenle namaza gitmediklerini öğrendik. Sonradan işittik ki, Suluhan sokaktaki Alişan Bey’in konağının bodrumundan külliyetli miktarda silah çıkartılmış.
Katliam girişimi olayının ortaya çıkmasından çetelere karşı gelen Gregoryan Ermenilerinin de memnun olduklarını gördük.
Meğer, onlar da bizler kadar dertli imişler. Ermeni çeteleri kendilerine yardım etmeyen yüzlerce ırkdaşlarını Ankara dışına çıkartıp öldürmüşler. Sonra da, İngiliz işgal kuvvetlerine müracaat ederek Türklerin, Ermenileri kestiği ihbarında bulunuyorlarmış"
Eski Adalet Bakanlarından İhsan Köknel, Ankara'daki Ermeni olayını şöyle anlatır:
"Ben şahsen bu olayı kendim görmedim. Ancak doğru olduğunu biliyorum. Ermenilerin Ankara'da bir katliam girişiminde bulunduklarını Ankara'da oturan teyzem anlatmış, daha sonra da bir iş için Ankara'ya giden babam olayı doğrulamıştı. 1919 yılındaki Kurban Bayramından birkaç gün sonra teyzem bize bayram ziyaretine gelmişti. Ben o dönemde 14 yaşında bir çocuk olmama rağmen, özellikle Ankara'dan gelen haberlere büyük bir ilgi duyardım. Çünkü Ankara, benim için Çubuk ile kıyaslanamayacak derece önemli bir kent idi. Üstelik Ankara İngilizler ve Fransızlar tarafından da işgal edilmiş olduğundan, Ankara'daki yakınlarımı merak ederdim. Çubuk Ankara'ya 40 kilometre olmasına karşın çok geri kalmış bir kasaba idi. Babam Hulusi Bey, Çubuk Müstantik'i (Savcı) görevinde bulunduğundan, ben de zorunlu olarak onun yanında kalırdım. 1919 yılının Kurban Bayramından sonra teyzem bayram ziyaretinde bulunmak için Çubuk'a gelmişti. Ben de, teyzemin taze haberlerle geleceğini bildiğimden evden bir yere ayrılmıyordum. O akşam babam da işinden erken dönmüştü. Babam teyzeme "Ankara'da neler oluyor" şeklindeki sorusuna şu yanıtı verdi. Bugün gibi hatırladığım haber beni son derece etkilemişti.
Teyzem şöyle diyordu: - "Allah bize acımış da sizleri tekrar görmeyi nasip etti. Ermeniler Ankara halkını 7'den 70'e kılıçtan geçirip bir devlet kuracaklarmış. İngiliz ve Fransızlar da Ermenilere yardım edeceklermiş" demesi üzerine babam: -"Sen ne diyorsun? Nasıl oldu bu iş" diye hayretini gizleyemedi.
Hepimiz endişeli idik. Benim heyecanım ise son haddinde idi.
Zaman zaman babam Ankara'ya gittiğinden Ermenilerin tutumundan bahseder, ben de elimden bir şey gelmediği için kahrolurdum. Savaşın verdiği bezginlik, yokluk, endişeden sonra Ermeniler yine ne yapmıştı? Teyzem konuşmasını sürdürerek şunları anlattı:
- "Bilmem nasıl haber alınmış... Ankara'ya gelen siyah elbiseli atlılarla Ankara'daki (Ali Fuat Cebesoy) adamları Kurban Bayramı’na bir gün kala, yani arife günü Ankara'ya gelen Ermeni çeteleriyle onlara yardım eden Ermeni büyüklerini yakalamışlar. Askerler ve jandarma Aşağıyüz’deki Alişan Bey’in Konağının bodrumundan Ermenilere ait çok miktarda silah ve kılıç bulmuşlar. Zaten bu konakta da bir Ermeni ailesi otururdu. Alişan Bey’in Konağı bize uzak olduğundan Hacı Doğan Mahallesinde oturan ahbaplarımız silahların çıkartılmasını seyretmişler.
Allah günahımızı afetsin, bayram namazına hiç kimse gitmedi.
Hükümet Tellal çağırttı. Ermenilerin Camilere bomba koyduğunu, araştırmalar sona erinceye kadar bu yerlere gidilmesinin yasak olduğunu ilan etti. Nitekim jandarmalar bizim mahalledeki Hacı Musa Camii’nin temelinde dinamit lokumları buldu. Akraba ve komşulardan öğrendiğimize göre, patlamaya hazır dinamit lokumları diğer camilerin temelinde de bulunmuş. Bu yüzden bu bayram hiç kimse bayram namazına gitmedi. Bayram ziyaretlerinde erkeklerin anlattığına göre, Ermenilerin maksadı erkeklerin işini camilerde bitirdikten sonra geri kalan kadınları da kılıçtan geçirip Ankara'ya hakim olmakmış. Bu oyunu da, dışarıdan gelen Ankara'ya gelen Ermeni çeteleri planlamış" Babam Hulusi Bey bu olaydan kısa bir süre sonra Teyzemi Ankara'ya götürdü.
Dönüşünde, Ermeni katliam girişimi hakkında yeni bilgiler getirdi.
Bugün Cumhurbaşkanlığı Köşkünün bulunduğu alanın sahibi olan Kasapyan adında zengin bir Ermeni, katliam planını Ankara dışından gelen Ermeni çeteleriyle birlikte hazırlamışlar. Kasapyan İstanbul'a altın bir baston göndermek için postahaneye gitmiş.
Altın bastonu eline alan posta memuru çok hafif bulduğundan şüpheye düşmüş. Kasapyan gittikten sonra paketin içinde ne olduğunu merak ettiğinden açmış ve altın bastonu hafifçe bükmüş.
Altın yerine kamıştan yapılmış baston ikiye ayrılmış ve içinde de rulo halinde bir mektup bulmuş. Vali Muhittin Paşa’nın padişah yanlısı olduğunu bilen posta memuru, mektubu Defterdar Galip Beye götürmüş. Daha sonra olaya 20.Kolordu Komutanlığından azledilen Ali Fuat Paşa el koymuş. Ali Fuat Paşa derhal 20.Kolordu ile Jandarmayı harekete geçirmiş. Bu arada Topal Osman'a bağlı birliklerin öncüleri de Ankara'ya geldiğinden kimsenin gık demesine meydan bırakmadan olaya el konmuş. Ancak, durumu öğrenen Kasapyan İstanbul'a kaçmış. Daha sonra Çankaya'daki Ermeni’ye ait araziye Ankara Şehremaneti (Belediye) el koydu.( özel Not : Kasapyan Bağı ailesi Tarafından Bulgurlu ailesine satılmış ve Bilahare BU değerli alan Bulgurlu ailesi Tarafından Atamıza Hediye edilmiştir. Bu Konuda Değerli Dostum Sayın Tevfik Bulgurlunun Belgelere dayalı Beyanı esastır ) Muhafız Alayının Olduğu Kara geven Tepesi = Kara geven Bağları

da Ordumuza Hibe edilmiştir Bu İki değerli ailemizde Hacettepelidir. )
1919 yılı Kurban Bayramı arifesinde ortaya çıkan Ermeni katliamı girişiminden sonra, Fransızların Ankara'yı boşalttıkları haberi geldi.
Fransız işgal kuvvetlerinin Büyük Millet Meclisi binasının çevresinde, İngilizlerin de Cebeci'deki İnönü Stadı’nın olduğu yerdeki Cebeci Çayırı’nda karargah kurduklarını çok iyi hatırlıyorum.
Ankara'ya dayım ve teyzemlere gittiğimde bana sıkı sıkı tembih ederlerdi"Sakın ola Ermenilerle işgal askerlerinin yanına yanaşma" derlerdi. Özellikle gece işgal askerleri ve Ermeniler, gece sokağa çıkan Türkleri alıp götürüyorlarmış. Ondan sonra da kimin nereye gittiği bilinmezmiş. Bu yüzden gece Ankara sokakları, sanki boşaltılmış şehir manzarasına gelirmiş"
Kazım Mıhçıoğlu da Ankara'daki Ermeni olayı ile ilgili olarak şunları anlatır:
"1919 yılı Kurban Bayramı arifesinde Ankara'da Ermenilerin toplu katliam girişimini ben de biliyordum. Bizim mahallemiz Yahudi mahallesinin yanında bulunduğundan, çevremizde Ermeni yoktu.
Ancak, Yahudi komşularımızdan Ermeni çetelerinin kendilerine yardımda bulunmayan yüzlerce Ermeni'yi öldürdüklerini söylerlerdi. Çetelerin Ankara dışında yakaladıkları Türk köylülerini de kestiklerini, mallarına el koyduklarını, soygun yaptıklarım anlatırlardı. Bize, mümkün olduğunca bilhassa geceleri dışarıya çıkmamamızı tembih ederler, kapılarımızı sıkı sıkı ve takviyeli olarak kilitlememizi söylerlerdi. Yahudiler de Ermeni çetelerinden korkuyor olmalılar ki, bize böyle tembihatta bulunurlardı.
Birgün bir haber geldi. Ermeniler, Kurban Bayramı namazında Ankara'daki Türkler'i katledeceklermiş. Bir desadüf eseri katliam girişimi haber alınmış. Biz o yıl Bayram namazına gitmedik.
Daha doğrusu babam izin vermedi, izin vermeme sebebini de, camilerin temellerine Ermeniler'in dinamit lokumu yerleştirmeleri haberinin gelmesinden kaynaklanıyordu. Bayramlaşmaya gittiğimiz akrabalarımız, komşularımız da 1919 yılı Kurban Bayramı namazına gitmemişler. Bu bizim adetlerimizin dışında bir olay idi.
Hele bayram namazına gitmemek hem çok günah sayılır hem de gitmeyenler ayıplanırdı. Sonradan babamdan öğrendiğime göre, Suluhan Sokaktaki Alişan Bey’in konağının bodrumunda, Ermenilere ait silahlar bulunmuş"
Tolluzade Müderris Rifat Efendi’nin torunu Dr.Sabahattin Tolluoğlu ise:
"Biz o sırada Haymana'da bulunuyorduk. Babam Haymana'da hakim idi. Bir süre sonra Ankara'ya dönüşümüzde eniştem Cafer Tayyar Bey, Ermenilerin Ankara'da, 1919 yılının Kurban Bayramı arifesinde katliam yapmak için hazırlıklarda bulundukları haber alınması üzerine suçluların yakalandığını, katliamda kullanılacak silahların da bir evin deposunda bulunduğunu söylemişti.
Eniştem Cafer Tayyar Beyin anlattıklarına göre, Ermeni çeteleri Ankara'daki bütün müslümanları öldürdükten sonra şehri ele geçireceklermiş. Hatırımda kaldığına göre, Ermeni çetelerinin katliam girişimini de bir Ermeni haber vermiş. Aradan uzun zaman geçtiği için olayın teferruatını pek hatırlamıyorum. Bildiğim şey, bizim bu sırada Haymana'da bulunmamız yani 1919 yılı olması gerekiyor. Zira biz Haymana'ya 1918'de gitmiştik"
Ermenilerin toplu olarak yaşadıkları Hacı Doğan Mahallesinde Haçik Usta diye bilinen sağır bir marangoz ustası vardır. Haçik Usta marangozluğunun yanında duvarcılık, çatı aktarma, tenekecilik gibi işleri de yapar.
Haçik Usta o günleri şöyle anlatır:
"I.Cihan Harbi sona ermiş, Osmanlılar mağlup olmuştu. Ben o zaman da marangozluk yapardım. Bir de kardeşim vardı.
Adı da, Ohannes idi. Ben ve kardeşim hem genç hem de kuvvetli idik. 1919 yılı başında Ankara'ya dışarıdan Ermeni çeteleri gelmeye başladı. Hatla çetelerin Keskin civarındaki köyleri basarak Müslüman ahaliyi öldürüp, yükte hafif pahada ağır mallarını da alıp götürüyorlarmış diye bir rivayet işittik. Çeteler sadece Türkleri değil kendilerine karşı gelen Ermenileri de öldürüyorlarmış.
Bu yüzden çetelerden bizler de korkardık. Zira Ermeni çeteleri Ankara'da yaşayan gençlerin de çeteye katılmasını ister ve tek tek evleri ararlardı. Zengin olanlarımızdan da para isterlerdi.
Bu durumu Dudum (annem) çok iyi bildiğinden, bizlerin işe gitmemesi için çaba harcardı. Başımızın belaya girmesini istemezdi. Bir taraftan gençlik, öte yandan geçim derdi, kardeşimle birlikte Dudum'un sözünü dinlemez, bulduğumuz işe girerdik. Bir gün Ermeni çeteleri bizi yolda çevirdiler.
Çeteye girmemizi istediler. Biz ailemize bakmak zorunda olduğumuzu ileri sürerek, tekliflerini reddettik. Bunun üzerine kardeşim ile beni zorla Ankara dışına çıkarttılar, Akköprü'ye geldiğimizde tekliflerini tekrarladılar. Eğer kabul etmezsek öldüreceklerini söylediler. Biz bu tehdide inanmadığımızdan direndik. Bunun üzerine kardeşim ile beni öldüresiye dövdüler.
Sonunda da, öldü diyerek bırakıp gitmişler. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum, ayıldığımda her taraf kapkaranlıktı.
Gözlerim görmüyor, kulaklarım işitmiyordu. El yordamı ile yerde sürünmeye başladım. Her tarafımın kan içinde olduğunu sezinliyordum. Akan kanlar gözlerimde biriktiğinden kör olduğumu sanmıştım. Sürüne sürüne eve kadar geldim. Dudum'un kapıda beni büyük bir merakla beklediğini hayal meyal hatırlıyordum.
Beni bir yalağa yatırdıktan sonra Ohannesi sordu. Ben de olup bitenleri kendisine anlattım. Dudum ve komşular Akköprü'ye gitmiş olacaklar ki, dönüşlerinde evde kıyamet kopuyordu.
Dudum kendisini yerden yere atıp kardeşimin ismini haykırıyordu.
O zaman anladım ki, kardeşim yediği dayak sonunda ölmüş.
Dudum ve beraberindekiler Ohannes'in cesedini bulmuşlar.
Yapacak başka bir şey yoktu. O devirde Ankara İngilizlerin işgali altında olduğundan, şikayetlerimizi yapacak makam bulamıyorduk.
Şikayet etsek bile kimse kulak asmıyordu. Olay da böylece kapanıp gitti. O tarihten sonra da benim kulaklarım eskiden olduğu gibi tam olarak işitmedi"
Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğretim görevlilerinden Prof.Agop Dilaçar:
"Osmanlı İmparatorluğu döneminde meydana gelen olayların kökeni dışarıdan kaynaklanıyordu. Yüzyıllardan beri, Anadolu'da birlikte yaşayan Türk ve Ermeni toplumlarını birbirinden ayırmak hemen hemen imkansızdı. Ermeni devletinin hakimiyetine son veren de Bizans'tı. Selçuklular Anadolu'ya geldikten sonra Ermeni ulusu Bizans'ın baskısından kurtuldu. O tarihten sonra da gerek Selçuklular, gerek Osmanlılar Ermenilere kendi vatandaşları gözü ile bakmaya başladılar. Türkler ile Ermeniler hemen hemen eşit haklara sahiptiler. Üstelik, bazı yönlerden Ermeniler Müslümanlara oranla daha imtiyazlı durumda vergiden ve askerlikten muaf tutulurdu. Bu imtiyazlar, Ermeni cemaatinin zengin olmasını sağlamıştı. Osmanlılar ayrıca Ermenilere ülke yönetiminde görev de verirdi. Bu görevler şöyle böyle görevlerde değildi.
Maliye vekili, Hariciye vekili, Şurayı Devlet Reisliği gibi şerefli görevler alırdı Ermeni azınlığı. Daha doğrusu Osmanlı yönetimi, bugün Amerika'nın uyguladığı sistemi bundan yüzlerce yıl önce yapıyordu. Ancak Osmanlıların gerileme dönemi başlayınca, dış güçler kendi çıkarları doğrultusunda Ermenileri kullanmaya başladılar. Bu oyunda da Ermeniler maalesef alet oldular.
Tabiatıyla oynanan oyunda zarar gören Türkler ile Ermeniler oldu.
Böylece yüzyıllardan beri birlikte kardeş gibi yaşayan iki toplum, birbirine düşman durumuna getirildiler. Oysa, Ermenilerin Osmanlı toprakları üzerinde bir devlet kurmaları maddeten imkansızdı. Fakat dış güçler daima bu temayı işliyordu.
Hatta o kadar ileri gidildi ki, kurulacak devlette kimin görev alacağı bile belli olmuştu. Ancak unutulan bir şey vardı.
O da, Ermenilerin Osmanlı hudutları içinde toplu olarak yaşamamaları idi. Üstelik devlet kurmak için istedikleri vilayetlerde de çok azınlıkta idiler. Yani azınlık çoğunluğa hükmedecekti.
Tabiatıyla buna da olanak yoktu. Bu düşünce hayaldi. Durum böylesine açık olmasına rağmen Ermeniler, dış propagandanın etkisinde kalarak akıntıya kürek çektiler. Bu bir hata idi.
Hata da büyük felaketlere yol açtı. İlerde tarih bunun muhasebesini yapacak ve iki milleti birbirine düşürenleri lanetle anacaktır"
(Kaynaklar: Kemal Bağlum,Beşbin Yılda Nereden Nereye Ankara, Ankara, 1992, s.
182-192; Abdülkerim Erdoğan-Gökçe Günel, İstiklal Savaşında Ankara, Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Ankara, 2007.)
HALUK BALABAN
Fotoğraf açıklaması yok.

3 Mart 2021 Çarşamba

 MÜZE KÖŞK ÇANKAYA.

27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Mustafa Kemal, önce Ziraat Okulu’nu daha sonra da İstasyon Şefi Köşkü’nü hem konut hem de çalışma yeri olarak kullanmıştır. Bu binaların Ata’nın çalışma ve dinlenmesi için yetersiz olmaları nedeniyle uygun bir konut arayışı içine girilmiş, daha sakin ve huzurlu bir ortamda yaşamasını sağlamak amacıyla bağlar bölgesi Çankaya’daki bağevi Ankara Şehremaneti (Belediyesi) tarafından 30 Mayıs 1921’de Mustafa Kemal’e armağan edilmiştir.
Bağevi, ağaçlar arasında, kuzeyinde Ankara’ya hâkim büyükçe bir terası bulunan, dikdörtgen planlı, küçük bir yapıydı. Zemin katında, ortasında fıskiyeli, sekizgen bir havuzu ve iki yanında birer odası olan merkezî bir taşlık, aynı plana sahip üst katta ise bir orta hol ve iki yanında birer oda bulunmaktaydı.
1923’te Gazi Mustafa Kemal’in Latife Hanım ile evlenmesinden sonra ailenin günlük yaşamı için yetersiz olan bağevinin büyütülmesi çalışmalarına başlanmıştır. Mimar Vedad (Tek) tarafından hazırlanan ve uygulaması 1924 yılında tamamlanan projeye göre eski bağevine, güney cephesine bitişik ve tüm bina boyunca uzanan batı ucu yarım sekizgen bir kule kitlesi ile biten iki katlı yeni bir bölüm eklenmiştir. Bu eklentinin alt katı yemek salonu ve mutfak ofisi; üst katı ise banyo, yatak odası ve Latife Hanım için çalışma odası olarak düzenlenmiştir. Bu katta daha önce yatak odası olarak kullanılan bölüm düzenlenerek geniş bir kütüphane ve çalışma odası haline getirilmiştir. Ayrıca, zemin katta kuzey cephede girişin önüne rüzgârlık yapılmış, elçi kabul odası olarak düzenlenen kuzeydoğu köşesindeki oda yarım sekizgen biçimli bir çıkma ile genişletilmiştir. Bağevi döneminde taşlıkta bulunan havuz kaldırılmış ve bu yer giriş holü olarak düzenlenmiştir. Çalışmalar sırasında Köşk’ün doğusuna mutfak ve çamaşırlık içeren, tek katlı yeni bir servis binası yapılmış ve bir servis merdiveni ile Köşk’e bağlanmıştır.
Bu düzenlemelere bağlı olarak ortaya çıkan statik problemleri çözmek ve konfor koşullarını iyileştirmek amacıyla 1926 yılında yeniden onarımlar yapılmış, yapıya kalorifer tesisatı döşenmiştir. Aynı dönemde Ata’nın manevi evlatları için çamaşırhane ve mutfak kitlesinin üzerine 6 oda ile bir banyodan oluşan yeni kat eklenmiştir. 1930 yılında ise, üst katta güneybatı köşesinde bulunan kuleli bölüm Ata için bir çalışma odası olarak yeniden düzenlenmiştir.
1932 yılında hemen yanda inşa edilen Pembe Köşk’e taşınıncaya kadar Ata’nın evi olan, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında çok önemli olaylara tanıklık eden, Mustafa Kemal Atatürk’ün, Cumhuriyet’in kurulması dâhil, devrimleri planladığı bu yapı 1950 yılında müze olarak kullanıma açılmıştır. Yapıda ve eşyada hızlanan bozulmaları durdurabilmek amacıyla 2002–2007 yılları arasında büyük bir bakım ve onarım çalışması başlatılmış, bu çalışmalarla birlikte yapının bir müzeden çok, kullanıldığı dönemdeki doğal durumunu yansıtan bir ‘konut’ olarak sergilenmesi için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Restorasyon çalışması tamamlanan Atatürk Müze Köşkü 19 Nisan 2007’de tekrar ziyarete açılmıştır.
Kaynak: TC Cumhurbaşkanlığı, Müze Köşk sayfası
Fotograflar GÖNÜL GENÇ ARŞİVİ.
HALUK BALABAN.